25 Şubat 2015 Çarşamba

Put mu Pot mu?

“Put/Pot kırdım” meselesi üzerine bir tahlil:
Risale-i Nur Külliyatı, (Arapça birkaç eser dışında) Osmanlı Türkçesi ile telif edildiğinden ve bazı kelimelerin eski alfabedeki yazılışlarının benzer olması sebebiyle, eserlerin yeni yazıya aktarılmasında az da olsa bazı problemlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Put/Pot kelimelerinde olduğu gibi..

Emirdağ-I Lȃhikasında geçen bir bahiste yer alan ve “pot kırdım” veya “put kırdım” şeklinde okunması mümkün olan bir ibare üzerinde gereksiz bir tartışma sürüp gitmektedir.

Öyle ki, aynı cemaatin bağlıları ve aynı eserleri okuyan taraflar, birbirlerini Kemalistlikle, eserleri tahrif etmekle veya anlamamakla suçlamaktadırlar.
Hattȃ, Risalelerin basım-yayımını kontrol görevi verilen Diyanet dahi bu tartışmadan payını almış; bazı medya organlarında, “Diyanet pot kırdı” şeklinde Risaleleri tahrif etmekle suçlanırken, kimileri de Diyanetin doğru yaptığını ifade ederek savunmuştur. 
Taraflar, söz konusu kelimelerin lügatlerde ve Osmanlıca eserlerdeki yazılış şekillerinden örnekler vererek tezlerini ispat etmeye çalışmışlar, fakat görüldüğü kadarıyla muarızlarını ikna edememişlerdir.

Tartışma konusu put/pot kelimesinin hangi manȃda kullanıldığını anlamak için hem bu ifadenin geçtiği metnin ve hem de hadisenin cereyan ettiği zamanın iyi tahlili gerekir..

Esasen, Risale-i Nur camiasında bu gibi tartışmaların temel nedeni, söz konusu eserlerin bugüne kadar ilmî tahlilinin yapılmamış/yapılamamış olmasıdır.
Çoğu bağlılarınca, noktası virgülüne kadar ilham ve vehbî olduğu kabul edilen eserler üzerinde her hangi bir eleştirel fikir serdedilmesi caiz görülmezken; eserlere muarız bazı İlahiyatçılarca da eserler, körü körüne ve biraz da edep dışı bir üslupla karalanmaya çalışılmaktadır. 
Durum böyle olunca; objektif, ilmî bir değerlendirme yapma imkȃnı en azından bugün için görülmemektedir.. 
Evet, Bediüzzaman Said Nursî’nin, Emirdağ Lȃhikası adlı eserinin birinci bölümünde yer alan bir mektupta, 1922 yılında Ankara'da TBMM binasında M. Kemal'in makam odasında geçen bir tartışmada sarf ettiği sözün, "put kırdım" veya "pot kırdım" şeklinde olduğuna dair bugünkü talebeleri arasında bir anlaşmazlık söz konusudur. Yazılıp çizilenlerden anlaşılan; bu tartışma, günümüzden otuz yıl öncesine kadar gitmektedir..

Aslı Osmanlıca alfabesi ile yazılmış olan Emirdağ Lȃhikası yeni yazıya aktarılırken; put ve pot kelimelerinin eski alfabede yazılış benzerliği sebebiyle, kimilerince "pot" şeklinde, kimilerince de "put" şeklinde okunmuştur. 
Meselȃ, ömrünü Risalelerin neşrinde geçirmiş merhum Said Özdemir, (Abdulkadir Badıllı ve Ahmet Aytemur gibi) bu kelimeyi "pot" şeklinde okumuştur. 
Bakınız:
http://www.nur.gen.tr/tr.html

Yeni Asya Neşriyat ve bazı yayınevleri ise bu kelimenin pot değil "put" şeklinde olduğunu kabul etmektedirler. 
Bakınız:
http://www.yeniasya.com.tr/risaleinur/emirdaglahikasi/#422/z
http://www.erisale.com/#content.tr.10.313
“Put/pot kırmak” örneğinden hareketle Risaleleri doğru anlama metodu
Bir sözü doğru olarak anlamak için:
Kim tarafından, kime karşı, ne zaman, nerede, ne sebeple, ne maksatla ve hangi bağlamda söylendiğine bakmak gerekir.
Bu çerçevede meseleye baktığımızda; söz konusu kelime metinde şu şekilde geçmektedir;
 (...Salisen: Bu mektup münasebetiyle dünkü gün yanıma gelen mühim bir resmi memura böyle söyledim ki: Eski Said in sergüzeşte-i hayatından harika üç vakıa, şimdi tahakkuk etmiş ki, ileride çıkacak Risale-i Nur'un kerameti imiş. Şöyle ki: (...)
-  Hem Ankara da, divan-ı riyasetinde pek çok mebuslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddetle divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin." Ben de onun hiddetine karşı dedim: "Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur." Dehşetli bir put/pot kırdım

  Hazır mebus dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, adeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında, Hücumat-ı Sitte nin Birinci Desise içinde bulunan "Mesela, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden, ila ahir..." cümlesinden başlayan, ta İkinci Desiseye kadar, bir saat tamamen ona söyledim.)

  Hadisenin yaşandığı tarih: 1922 sonu veya 1923 yılı başları. 
  Hadisenin (Emirdağ-I Lahikasında) anlatıldığı tarih: 1944 ortaları ilȃ 1947 sonları arasındaki bir tarih.
Lügatlarda, bir kelimenin birçok manaları bulunur. Bir metin içinde yer alan kelimenin hangi manada kullanıldığı ancak o metnin muhtevası ile anlaşılır.

Şahsî kanaatim; o sözün söylendiği tarih itibariyle, "put kırdım" değil "pot kırdım" şeklinde olduğu yönündedir.

Çünkü;
1- Kendilerini hizmete adamış ve isimleri hiçbir zaman Kemalistlikle yan yana gelemeyecek olan; Muhterem Said Özdemir ve Ahmet Aytemur ile  Abdulkadir Badıllı'nın*  o kelimeyi "pot" olarak okudukları bilinmektedir. Nitekim Said Özdemir'in bastırdığı eserlerde kelime "pot" şeklindedir.
* Mufassal Tarihçe-i Hayat cilt-1 s.557 A.Badıllı

2- Tarihî hadiseleri, cereyan etmiş oldukları kendi şartları içinde değerlendirmek gerekir. 
Söz konusu tartışma: Meclis Başkanlığı makamında ve bir çok vekil önünde cereyan etmektedir. Muhatap, Başkumandan ve aynı zamanda Meclisin (ve yeni kurulmakta olan devletin) Başkanıdır. O makamda olan birinin, hem de vekillerin huzurunda, namaz kılmayanın hain olduğu şeklinde bir hükümle  tariz edilmesi, herhalde makamın nezaketine münasip düşmemiş olacak ki; Üstad Hz.leri, “dehşetli yani büyük bir pot kırdım“ diyor. 

Devamında ise; Bu hadise üzerine, orada bulunan dostlarının, kendisine zarar verileceğinden endişe ettikleri sırada, o şahsın hiddetini geri alması ve ertesi gün hususi odasında ona, Hutuvat- ı Sitte'den bir saat kadar okuduğunu beyan etmesi, açıkça gösteriyor ki; o münakaşa ile irtibat kesilip atılmamış, diyalog sürdürülmüştür. 
Şayet o mesele “put kırdım“ şeklinde olsa idi, onunla irtibatın tamamen kesilip atılması icap ederdi. Daha sonra, Medresetüzzehra için verilen Kanun teklifi de o irtibatın ve diyaloğun devam ettiğini göstermektedir. Diyaloğa son verilmesi bir anlamda köprülerin atılması, o hadiseden daha sonradır. (Elbette namaza dair o mesele ve dine karşı lakaydlıklar, Said Nursi'nin onlar hakkındaki kanaatinin değişmesinde  etkili olmuştur.) 

Bu noktada; "Hayır! Said Nursi, baştan beri onların durumunu ve gerçek niyetlerini biliyordu, şeklinde yapılacak bir itirazı; söz konusu münakaşadan önce M.K.'e göndermiş olduğu mektup (1) ve çok daha önce İnönü Savaşları sebebiyle yazmış olduğu (2) takdir ifadeleri, reddeder. 

Kanaatimce, Bediüzzamana "pot kırdım" ifadesini yakıştıramayanlar, açık söylemek gerekirse, meseleye; "Mehdi, Süfyan'a karşı pot kırar mı? açısından bakmaktadırlar. Oysa, oradaki pot kırdım sözü, özür diledim anlamında değildir. O ifadeyi sanki, "özür diledim" şeklinde algılamak hatadır, dili bilmemektir. 
Üstelik, o an için Süfyan meselesi, henüz vuzuha kavuşmuş değildir.  
Pot kırdım demek, yani "o makamda o sözün söylenmemesi gerekirdi" demektir. Çünkü metin iyi okunursa, "onu sözlerimle rencide ettiğim, gururunu kırdığım halde geri adım attı.." mealinde beyanın olduğu görülür.. Put kırdım olsa idi, bu mana farklı olurdu.. 

Evet, o devir iyi incelenirse, Bediüzzaman Said Nursi, Ankara Hükümetini daha doğrusu Ankara'dan idare edilen Kuvayı Milliye hareketini bütün samimiyetiyle desteklemekte, aleyhte fetvaları geçersiz saymaktadır. 
Çünkü bir kısım Osmanlı subaylarının dinine ve ecdadına nankörlük ve ihanet edeceklerini tahmin etmemiştir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. O devrin şartları içinde bunu öngörmek mümkün değildir. 

Fakat denilebilir ki, Ankara Hükümetini destekleyen alimlerin içinde Bediüzzaman, meselenin ilk farkına varanlardandır. Zaten onlardan bir kısmı bunu canı ile ödemiş, Bediüzzaman ise müspet manada bir mücadeleyi tercih etmiş, menfi hareketleri doğru bulmamıştır.

3- “Dehşetli bir put/pot“ ibaresindeki dehşetli kelimesine bakıp yanılgıya düşmemek lazım. Çünkü mektubun devamında aynı kelime; “adeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı hissedip" ibaresi içinde de geçmektedir. Dikkat edilirse her iki ibarede bu kelimenin "büyük"  anlamında kullanıldığı anlaşılır. Çünkü "dehşetli pot" olmayacağı gibi “dehşetli kuvvet ve hakikat“ da olmaz. 

4- Diğer taraftan, böyle cüz'i bir meselenin polemik mevzuu edilip, farklı okuma sebebiyle insanların birbirlerini Kemalistlikle-Tahrifatçılıkla itham etmesi üzücüdür. İttihad-ı İslȃm davasında ve Hz. Mehdinin Şakirtleri olma iddiasında olan bir camianın, en basit bir meseleyi efkar-ı umumiye önünde birbirlerini itham ederek tartışması makul değildir, haklı olan bile haksızdır, hiçbir yararı da yoktur.

5- M.Kemal’in asıl hiddetlenme sebebinin, kendisine yazılan mektubun aynı zamanda diğer bazı mebus ve askeri zevata da yazılmış olmasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Şöyle ki; söz konusu tartışmaya şahit olan; Birinci Grup üyelerinden Ali Sürûrî Efendi’nin ifadesine göre: (Aşağıdaki kısım Risale Tashih sitesinden alınmıştır.)
“... O (Bediüzzaman), bilhassa Kemâl Paşa’ya hitâben; ‘Siz Kur’ân’ı ve İslâm’ı kurtardınız. Kur’ân’ı omuzunuza kaldırdınız. Kur’ân ise, her sahîfesinde salât ile emr ediyor. Mâdem ki, Kur’ân’ı böyle muhâfaza etdiniz, onun emri olan salâta da beynel-Müslimîn te'mîn-i müdâvemet içün teşebbüs etmeniz lâzımdır. Ve o mektûbu size onun içün yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat, böyle bir teşebbüsü sizin hâtırınıza onlar da getirsin diye yazdım.’ meâlinde güzel sözler söylemiş..." 
Bu şehadette yer alan Bediüzzamanın “Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir” ifadesi pot kırdım ihtimalini artırır.. “Put kırdım” demiş olsaydı bu şekilde bir tavzihde bulunmazdı..

Ayrıca, hadiseye şahit olan şahsın mezkür ifadesinden; orada "put kırdım" tarzında bir muhavere geçtiği hükmünü çıkarmak biraz zorlama olur..

6- Bediüzzaman Hz.lerinin,1935 yılında, Eskişehir hapsinde iken yazmış olduğu aşağıdaki beyanı, "put kırdım" şeklinde bir ifadeyi nakzeder;
"Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki eserimle mücahedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim, gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.. 'Bizimle beraber çalış' dediler. Dedim: 'Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor. Sizinle beraber çalışamaz. Fakat size de ilişmez.'



Evet ilişmedim ve ilişenlere değil iştirak, değil temayül, belki teessüf ettim. Çünki ân'anat-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir acib bir dehay-ı askerîyi, an'ane aleyhine bir derece çevirmeye maalesef bir vesile oldu.

Evet, ben Ankara reislerinde, hususan Reis-i cumhurda muannid ve büyük deha hissettim. Ve dedim: Bu dehayı kuşkulandırmakla an'anat aleyhine çevirmek câiz değildir. Onun için ne kadar elimden gelmiş ise, dünyalarından çekildim, karışmadım..."
Şayet "put kırdım" şeklinde bir beyanda bulunmuş olsaydı yıllar sonra yukarıdaki gibi bir mülahazada bulunmazdı..


İlaveten; bu kelimenin "pot" olması Bediüzzamana bir nakise getirmez. Bu bir özeleştiridir. Karşısındakinden özür dilemek değildir. Tıpkı Müellif-i Muhteremin Kastamonu Lahikasında, Münazarat eseri ile ilgili olarak; “telifinden otuz sene sonra…" şeklinde başlayan beyanında olduğu gibi.. Eserlerdeki bu gibi beyanlar; Müellif-i Muhteremin tevazuunu ve özgüvenini gösterir. Aczini veya noksaniyetini değil..

Zaten bilmemiz gereken husus; Bediüzzamanın, "dehşetli putu" namaza dair o münakaşa ile değil, telif ettiği eşsiz eserleri ile kırmış olduğudur.

Put mu Pot mu tartışması sürerken;
Bu meseleye dair bir çok yazı yayımlandı: 
Farklı görüşleri yansıtan bu yazılardan başlıcaları aşağıdaki adreslerden görülebilir.

"En doğrusunu ancak Allah bilir"

"Pot kırdım" şeklinde okuyanlar:

"Put kırdım" şeklinde okuyanlar:

(ÖNEMLİ NOT: 
KANAATİMCE, NEŞRİYATTAN SORUMLU VE RİSALELERE VAKIF OSMANLICA BİLEN ZEVATTAN OLUŞACAK BİR HEYET TARAFINDAN, İSTİŞARE İLE HALLEDİLMESİ GEREKEN MESELENİN POLEMİK MEVZUU EDİLMESİ YANLIŞTIR. BU TARTIŞMADAN RİSALE-İ NUR MESLEĞİNE BİR KATKI ÇIKMAZ. JÖNTÜRK'LERDEN BERİ SÜREGELEN HARF INKILABI TARAFTARLARININ ELİNE KOZ VERMEKTEN BAŞKA..)
******************
(1)
Bediüzzaman’ın “Duacınız Said-i Kürdi” imzasıyla 23 Kasım 1922’de M. Kemal'e yazdığı, Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunan ve “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek saklanan tarihi mektubun günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş hali.

İNNESSELATE KÂNET ALE’L-MÜ’MİNİNE KİTABEN MEVKUTA
“Şüphesiz namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.” (Nisa Suresi , 103)

İslâm âleminin kahramanı Paşa Hazretleri’ne
Ey şanlı Gazi, yüce şahsiyetiniz hem başarılı ordunun hem de yüce Meclis’in manevi kişiliğini temsil ediyor. Bu vesileyle kişilerin kusuru, onların manevi kişiliğine ve temsilcisinin hesabına geçer. Dolayısıyla kişileri ve temsilcileri doğru yola teşvik etmek, yönlendirmek en önemli görevinizdir. İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum. (...)

23 Kasım 1922
Duacınız Said-i Kürdi

NOT: "TARİHÇE-İ HAYAT" ADLI ESERDE DE YER ALAN BU ON MADDELİK BEYANNAME; HER NEDENSE, SADECE MEBUSLARA HİTABEN YAZILMIŞ GİBİ AKSETİRİLMEKTEDİR. HALBUKİ, ÖNCE M.K.PAŞAYA HİTABEN BİR MEKTUP ŞEKLİNDE VE BİLAHARE MEBUSANA BEYANNAME OLARAK KALEME ALINDIĞI ANLAŞILMAKTADIR. SÖZ KONUSU MEKTUBU GİZLEMENİN BİR ANLAMI YOKTUR. ÇÜNKÜ BEDİÜZZAMAN, EN TEPEDEKİ KİŞİYİ MUHATAP ALMAKLA, DOĞRU BİR İŞ YAPMIŞTIR, YANLIŞ DEĞİL.
(Mektubun tamamı aşağıdaki adresten okunabilir.)

Kaynak: 04 Ocak 2011 Tarihli Habertürk Gazetesi
***************************************
(2)
Merhum Abdulkadir BADILLI, Mufassal Tarihçe-i Hayat adölı eserin I.cilt.495. sayfasında;

“KUVAY I MİLLİYEYİ DESTEKLEMESİ  ESKİŞEHİR ZAFERİ ÜZERİNE” başlığı altında;

“Yine 1921 yılı Ekiminde te'lif edip, aynı sene içinde tabettirmiş olduğu Lemaat eserinde; 21 Nisan 1921'de gerçekleşen İnönü zaferi üzerine "İslâmiyet, insaniyyette te'min-i müsalemet ve i'lâ-i kelimetullah için cihad ister. Cihad mertebe-i Şehadetin merdivenidir." başlıklı bölümde şöyle der: (Bir kısmını alıyoruz.)

"Alem-i İslâm cihadı, zamanen ikiyüz senelik, mekânen ikiyüz günlük tedâfü'î bir harp ve darb cephesi daima var idi.

En son siper ise, bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede hemen kırıldı.

Bu harp, başka harbe benzemez, şu küçücük cephede muvakkat galebesi; hakiki gaddar hasma zaferi te'min etmez, boşa gider inadı. (...)
(Hakiki gaddar hasımdan muradı Ingilizler'dir. A.B.)

İNÖNÜ'nün iki zaferi zahiren ger küçüktür, batınen pek büyüktü (Asar-ı Bediiye S: 624)

Görüldüğ'ü üzere, Bediüzzaınan Hazretleri Anadolu cephesinde Kuvay-ı Milliye mücahitleri’nin kazandığı İnönü zaferini bütün kalbiyle kutluyor, alkışlıyor ve ona seviniyordu. Bu zaferi, İslâmın zaferlerinin bir başlangıcı olarak kabul ediyor ve öyle niteliyordu.
Aynı zamanda keskin feraset ve velâyetiyle; artık İslâm ordusunun bundan sonra tedafü'i vaziyetinden, taarruz durumuna geçeceğini kesin ihbar ediyordu... Nitekim de öyle oldu.

(İNÖNÜ zaferinin unvanı, Ismet Inönü şeklinde anlaşılmasın... Belki Eskişehir'in Inönü ilçesinde kahraman Müslüman mücahitlerin kazandığı büyûk zaferin Ünvanıdır. A.B.)

Kaynak: Abdulkadir BADILLI- Mufassal Tarihçe-i Hayat I.Cilt S.495

NOT: 
KONUMUZLA DOĞRUDAN İLGİLİ OLMAMAKLA BİRLİKTE, YUKARIDAKİ İKİ BELGE; 
TARİKAT ADI ALTINDA MASUM İNSANLARI KANDIRARAK, DİNİ ÇİRKİN SİYASETLERİNE VE HARAM TİCARETLERİNE ALET EDEN, BAZI SAHTE ŞEYH HEMPALARININ, BEDİÜZZAMANIN ANADOLU HAREKATINI DESTEKLEMEDİĞİ YÖNÜNDEKİ ASILSIZ İDDİALARINI ÇÜRÜTMEKTEDİR.
****

Orta Yol: 
Sorularla Risale, SİTESİNDEN ALINTI * 
"Ben de onun hiddetine karşı dedim: 'Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.' Dehşetli bir put kırdım." Buradaki "pot kırma"yı kimisi "put kırmak" şeklinde değerlendiriyor, nasıl anlayabiliriz?
"Pot kırmak" tabiri, "zaman ve mekan açısından söylenmemesi gereken bir sözü söylemek" anlamına geliyor. Söylenen söz doğruda olsa bile, mekân ve zamanlama açısından söylenmemesi gerekeni söylemek karşı tarafın bir yerlerini kırar.
Mustafa Kemal hem konumu hem de bulunulan mekân (makam) açısından muktedir birisidir. Böyle bir adama karşı hiddetli ve şiddetli bir şekilde karşılık vermek, idam sehpasına bir adım yaklaşmak sayıldığı için, Üstad Hazretleri ciddi anlamda zaman ve mekânın şartlarını zorlayarak pot kırmıştır, denilebilir.
Yani Üstad Hazretlerinin ifadelerindeki muhteva doğru, söylenen söz haktır, ama zamanlama açısından "pot kırılmıştır" denilebilir. 
"Put" diyenler açsından, aynı zamanda o şahsın nefis ve kibir putunu kırmıştır denilebilir. Şayet üstad Hazretleri onun hiddetine karşı alttan alsa idi zillet olacaktı; bu yüzden Üstad Hazretleri zahiren pot, hakikat noktasından put kırmıştır, demek daha uygundur diye düşünüyoruz.

***
KONU İLE İLGİLİ MUHTELİF YAZI VE YAYINLAR:

11 Şubat 2015 Çarşamba

Bir Yorum..

Yukarıdaki yazıda (İngilizler, Hindistanda... diye başlayan paragrafda) geçen "maalesef" kelimesi üzerine yapılan yorum: 
(Not: Yazıda katılmadığımız diğer hususlar konumuz dışı olduğu için, onlara değinilmemiştir.)

Değerli Yazar dostumuz mütefekkir Bahaeddin Sağlam Bey, Risale-i Nurlara muhalif olduğu bilinen ve muhalefetini bir ilim adamına yakışmayan üslupla dile getiren maruf İlahiyatçıyı eleştirirken, kendisi de Bediüzzaman’a haksız bir teessüfte bulunmaktadır.


Şöyle ki; Yazıda, “İngilizler, Hindistan’da Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışınca, Rahmetullah-ı Hindi, Kitab-ı Mukaddesin muharref olduğuna dair İzharul-Hak isminde bir kitap yazdı... Maalesef Said Nursi de İzharul-Hakka dayanarak Risalelerinde Kitab-ı Mukaddesin muharref olduğunu söylüyor.” şeklinde gayr-i ilmî bir beyanda bulunmaktadır.

Evet, Risalelerde bu meselenin geçtiği 19. Mektupta (Onaltıncı İşaret, Birinci Kısım, İkinci hüccet)  gerçi doğrudan İzhar-Hak adlı eserin ismi geçmiyor ama müellifine atıf yapılarak aynen;

"Tevrat, İncil ve Zebur'un ibareleri, Kur'ân gibi i'câzları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pek çok yabanî kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi. Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilâve edildi. Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hattâ, Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allâme-i meşhur), kütüb-ü sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasârâ ulemasına ispat ederek iskât etmiş." şeklinde beyanda bulunmaktadır.

Okuduğunu anlayan ve birazcık dinler tarihi bilgisi olan herkes, Bediüzzamanın Kitab-ı Mukaddesin tahrifatına dair meseledeki tespitinde hiç bir yanlışlık olmadığını, tersine tam da gerçeği ifade ettiğini görür.
Bu tahrifat, Yeni Ahit denilen İncil’de daha fazladır. Çünkü Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adında dört farklı kişi tarafından kaleme alınmış olan dört farklı İncil söz konusudur. Daha sağlam olduğu söylenen Barnabas İncili ise sır dolu bir şekilde gözlerden uzak tutulmaktadır.

Bilindiği gibi İncil, İsa Aleyhisselamın ana dili olan Aramice’den, önce eski Yunancaya, sonra Lȃtin dillerine ve oradan diğer dillere tercüme edilmiştir. Yani bugünkü metinler dilden dile yapılan en az dördüncü (belki de on dördüncü) tercümelerdir.
Eski Ahit denilen Tevrat’a gelince İbranice aslından ikinci Asırda Yunancaya, oradan Lȃtin dillerine ve oradan diğer dillere tercüme edilen Tevrat’ın orijinal metninin, efsaneye göre Kudüs’te, Kutsal Ahit Sandığında saklanmakta olduğu rivayeti ise tam bir muammadır.

Peki, Bediüzzaman ne diyor: “Mütemadiyen tercüme tercüme üstüne yapılmış”; “Pek çok yabanî (asıl metinde olmayan yabancı) kelimeler, içlerine karıştı.”; “Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış tevilleri, onların âyetleriyle iltibas edildi (karıştırıldı).”; “Hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın (yani kısaca bazı kötü kişilerin) tahrifatı da ilâve edildi.” ve “Şu surette, o kitaplarda tahrifat, tağyirat (bozma, başkalaştırma) çoğaldı.” diyor.

Şimdi insaf sahiplerine sormak isterim. Bu tespitlerin hangisinde bir isabetsizlik vardır ki “maalesef” diyebiliyoruz. Buradan şunu anlıyoruz; demek ki bir meseleyi idrak için kırk yıl  meşguliyet yetmiyormuş.. İnsaf da gerekliymiş..
Esasen bu tahrifat meselesi birçok akademik çalışmaya konu olmuştur. Arzu edenler aşağıdaki adresten bu yönde yapılan kapsamlı bir çalışmaya ulaşabilirler.

Netice itibariyle Bediüzzaman o meselede yanlış bir şey söylemiyor ki maalesef hitabına maruz kalsın. Yanlış anlaşılmasın, “Bediüzzaman eleştirilemez” gibi bir iddia sahibi değilim. Elbette eleştirilebilir ve ilmen eleştirilmelidir de. Fakat yapılacak eleştirinin haklı ve ilmî dayanağı olmalı. Afakî ve haksız olmamalıdır.

3 Şubat 2015 Salı

“Medresetü’z-zehra” için ayrılan ödenek ne oldu?

Bediüzzaman Said Nursi, Sultan Abdülhamid zamanında Kürdistan denilen bölge için, daha sonraları ise Pakistan’a kadar olan ülkeleri de kapsayacak şekilde daha geniş bir coğrafyaya hitap edecek şekilde, “Medresetü’z-zehra” adını verdiği bir üniversitenin kurulması yönünde büyük gayret sarf etmiş; bu meseleyi adeta hayatının en büyük gayelerinden biri olarak görmüştür.

Bakınız: Blog arşivinde, 17 Ekim 2014 tarihli, “Medresetü’z-zehra Eğitim Modeli” başlıklı makaleler:

https://rkalyoncu.blogspot.com.tr/2014/10/medresetuz-zehra-egitim-modeli.html


Bu konuda Emirdağ Lȃhikası adlı eserinde Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri’ye arz ediyoruz ki”  başlıklı mektupta şöyle bir ibare yer almaktadır:

“...İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: ‘Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.’
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: ‘Öyleyse o 20 bin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz.’ Kabul ettiler.
Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te*  temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.”
* Edremit

Risalelerde muhtelif yerlerde bahsi geçen, Sultan Reşad zamanında tahsis edilen ödeneğin miktarı bazı yerlerde 19 bin lira, bazı yerlerde ise 20 bin lira olduğu ifade edilmektedir. Ancak, 17 Şubat 1923’de TBMM Başkanlığına aynı maksatla sunulan kanun teklifinde, bu ödenek miktarının 17 bin altın lira olduğu, teklif metninin başındaki şu ibareden anlaşılmaktadır:Harb-i Umumiden evvel Kosova medresesine tahsis olunan yirmi bin altun liradan on yedi bin altun Van’da yapılacak Medresetü’z-zehra ismiyle müsemma bir daru’l-ulum-ı İslamiyeye tahsis edilmişdi...” *

Bu bilgilerden anlaşılan; Sultan Reşad zamanında, Kosova’da inşası öngörülen Darülfünunun toplam ödeneğinin 20 bin altın lira olduğu, bunun 17 bin lirasının Van’da inşa edilecek medrese için tahsis edildiği ve bunun bin lirası ile de söz konusu medresenin temelinin atılmış olduğudur.
Netice itibariyle, resmî belge niteliğinde olan TBMM Kanun teklifinde belirtilen 17 bin rakamının esas alınması gerekir.
Peki, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle yarım kalan inşaattan geri kalan 16 bin altın lira ne olmuştur?
İşte bu sorunun cevabını (!) Kadir Mısıroğlu vermektedir*.

*http://kadirmisiroglu.com/bir-mazlum-padisah-sultan-ii-abdulhamid-2.html 
(Uzunca bir yazı, söz konusu ifadeler; "Dipnotlar" bölümünde 7 nolu dipnot içinde geçmektedir.)

Şöyle ki:  
Adı geçen şahıs, web sitesinde yer alan “Bir mazlum Padişah: Sultan II. Abdülhamid” başlıklı makalesinin 7.dip notunda; “... Daha sonra Sultan Reşad’la görüşen Said-i Nursî, O’ndan Van’da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefâtında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askerî Cezâevi’nden hapishâne arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşak’ta kalmış. O da bunları bozdurarak bugünkü Hayrat Vakfı nı kurmuştur. şeklinde kendince bir açıklamada bulunmaktadır.

Şimdi bu açıklamada yer alan bilgileri biraz irdeleyelim.
Söz konusu açıklamada her ne kadar miktar belirtilmemiş olsa da, yukarıdaki bilgiler çerçevesinde bu rakamın 16 bin altın lira olduğu kabul edilebilir.

16 bin altın lira demek; beheri (kulpsuz) 7.15 gramdan tam tamına 114.4 kilo altın demektir..

Ee, bu ağırlıkta bir yük, bir kişinin cebine cüzdanına sığmayacağına göre, herhalde yanında en az iki kuvvetli hamal veya altında zırhlı bir otomobil olmalı. Zırhlı olmalı, çünkü dile kolay, 16 bin altın lira; beheri bin küsür TL’den bugünkü parayla 16 milyon (eski parayla 16 trilyon) üzerinde bir meblağı, herhalde çok iyi korumak gerekir.

Bunlar olmaz ise, kişinin bankalarda altın hesabı olmalı ki, altınlar orada muhafaza edilmeli ve istediği zaman çekip harcamalı, değil mi?

Peki, bu para ne zaman verilmiş olabilir, Sultan Reşad zamanı, Balkan Savaşı sonrası yani 1912 yılını takiben.. (Sultan’ın Kosova seyahati; Haziran 1911)

Said Nursi’nin bu tarihten sonraki hayatına kısaca baktığımızda, 1916 yılında Bitlis savunmasında Ruslara esir düşmesi ile Kafkaslar üzerinden Moskova’nın kuzeyinde bulunan Kostroma şehrine sürgün edilmesi, oradan 1918 yılında Avusturya üzerinden İstanbul’a gelmesi.. Oradan Ankara-İstanbul-Van.. 

1926 yılında Van’dan Trabzon-İstanbul üzerinden Barla’ya sürgün edilmesi. Derken, İsparta, Kastamonu, Afyon, Denizli, Emirdağ, Eskişehir, İstanbul, İsparta gibi çeşitli illerde sürgün- mahkeme ve cezaevi yılları. Oradan Ankara-Konya üzerinden Urfa’ya gitmesi ve vefatı..

Özetle, 1912 yılından 1960 yılına kadar yarım asra yakın sürede, onca altını, onca menzillerde uhdesinde bulundurması.. Akla ziyan bir senaryo..

Savaş, esaret ve sürgün şartları içinde, değil o kadar parayı, o miktarın yüzde birini bile yanında gizleyip, taşıma imkȃnı olmayacağı açık..

Diğer taraftan, devlet ödeneklerinin insanlara öyle ulufe dağıtır gibi elden verilmeyeceği, mali teşkilat yoluyla yatırım yerine (Van Valiliğine) gönderileceği tartışmasızdır.
Nitekim 27 Şubat 1911 yılında yürürlüğe giren Usul-i Muhasebe-i Umumiye Kanunu ile devlet bütçesi gelir ve giderlerini düzenleyen esaslar yeniden düzenlenmişti.

Netice itibariyle bu ödenekten 1 liranın dahi Said Nursi’nin şahsına verilmiş olması söz konusu değildir. Bunun aksini iddia etmek, sadece basit bir bilgisizlik değil, ȃmiyane tabiri ile işkembe-i kübrȃdan atmak olur.

Pekȃla, mantıken ve teknik olarak mümkün olamayacağı bariz olan böyle bir hikȃyeyi, adı geçen zat-ı muhterem neden ve ne için uydurmuş olabilir? 
Diğer yandan, Hayrat Vakfı'nın yetkilileri bu iddiaya ne demişlerdir? 
Doğrusu, bunların cevabı bizce nȃmalum.. Gerçi, zat-ı muhterem bu hikayeyi kendisine Hayrat Vakfının kurucusu ve S. Nursi'nin talebesi Hüsrev Efendi'nin Eskişehir cezaevinde anlattığını beyan ediyor ama.. Hüsrev Efendi böyle temelsiz bir hikayeyi neden anlatmış olsun..

Sanırım bu tür ütopik hikȃyeleri akıl süzgecinden geçirmediğimiz sürece, daha çook dinlemeye devam ederiz..
Ayette, "akletmez misiniz?" boşuna demiyor..
*************
ÖNEMLİ NOT
Bu yazıdan sonra, Prof. Ahmet AKGÜNDÜZ, tarafından neşredilen; "ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ VE İLMÎ ŞAHSİYETİ" isimli eserden, Medrsetüzzehra için ayrılan tahsisatın; öyle ifade edildiği gibi altın lira olmayıp, aynı değeri taşıyan Osmanlı Bankonot'u olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. 

"Haa işte! Kağıt bankonotsa o zaman kolay taşınır." gibi akla gelmesin; Osmanlı Bankonotlarının Cumhuriyetle birlikte battal duruma düştüğünü herhalde söylemeye gerek yoktur.
Kaldı ki, o tahsisat ister altın lira olsun, isterse kağıt bankonot; devlet bütçesi içinde doğrudan ilgili vilayete ayrılan ödenekten ibaret olup, hiçbir şekilde şahıslara elden para verilmesi söz konusu değildir..