5 Ocak 2015 Pazartesi

SADELEŞTİRME TARTIŞMALARI VE OKUR HAKEMLİĞİ

Not:Bu yazı daha önce RisaleHaber sitesinde yayımlanmıştır. (06.03.2012)






KİMİLERİNE GÖRE SADELEŞTİRME, KİMİLERİNE GÖRE SAHTELEŞTİRME

(Not: Bu yayınevi 15 Temmuz hain darbesinin ardından KHK ile kapatılmıştır.

Risale-i Nur Külliyatından Lem’aların kısmen sadeleştirilerek neşredilmesi sebebiyle, Nur camiasında büyük bir tartışma doğmuş, birçok eleştiriler yapılmış; aynı dava mensupları arasındaki bu tartışma ve eleştiriler oldukça kırıcı ve incitici olmuştur.

Eleştiri ve tartışmaların okur zaviyesinden değerlendirilmesi:

1- Tartışma konusu çalışmanın irdelenmesi

Yukarıda, kısmen sadeleştirilmiş ifadesini kullandım. Çünkü sadeleştirmeden maksat, okuyan herkesin sözlüksüz olarak anlayabileceği bir metin elde etmek ise, ortaya konulan çalışma bu amaca ulaşmaktan uzaktır. Kitapta sadeleştirilmeksizin olduğu gibi bırakılan kelimeleri, sözlüğe bakmadan anlayacak kadar kelime haznesi olan bir okuyucu, sadeleştirilen kelimelerin aslını da her halde fazla zorlanmadan anlayabilecek seviyededir. Bununla birlikte sadeleştirilen kelime ve terkiplerde de önemli hatalar bulunmaktadır. Bu açıdan, onca eleştirileri göze alacak kadar iddialı bir çalışmaya girişenlerden, yapılan işin maksada uygun ve başarılı olması beklenirdi. Yapılan çalışma, salt sadeleştirme açısından bile başarısızdır. (*)
---
(*) Ufuk Yayınlarınca neşredilen, sadeleştirme çalışmalarının ne denli yüzeysel ve özensiz yapıldığına küçük bir örnek:
Lem’alar adlı (sadeleştirilmiş) eserde, Birinci Lem’a  sayfa 26’da orijinal metindeki; “Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.” Cümlesi, sadeleştirilmiş metinde; “Ve Hazreti Yunus selametle sahile çıkıp yaktîn ağacı altında, o Rabbanî lütufları görmüş.” şeklinde gösterilmiştir. 

Osmanlı Türkçesine biraz vakıf olanlarca bunun yanlışlığı açıkça görülür.
---

Ayrıca sadeleştirilen eserin kapak altı sayfasına ‘Risale-i Nur Külliyatından sadeleştirilmiştir’, ibaresi konulmasına rağmen, cilt kapağında bu bilgilendirme yoktur. Eser sanki orijinalmış gibi bir görünüm altında sunulmuştur. Doğrusu, kapak üzerinde ‘Risale-i Nur Külliyatından sadeleştirilmiştir’ şeklinde bir ibare yer almalıydı. 

(Not: Bu ifade, ilk önce neşredilen Lem’alar için yazılmıştı. Daha sonra neşrettikleri Mektubat’ta belirtilen ibarenin yer aldığı gözlenmiştir.)
2- Eserin Müellifi sadeleştirmeye izin vermekte midir?

Her şeyden önce, hiç kimsenin bir eser üzerinde, müellifinin izni olmaksızın tasarruf hakkı yoktur. Risale-i Nur’larda çeşitli sebeplerle tahrif yapıldığı iddiaları, sanırım zamanında bu eserlerin telif ve neşir hakkının yasal olarak güvence altına alınamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Aksi halde, piyasada böyle her önüne gelenin, bu eserleri kendi tercihine göre neşretme lüksü olmazdı. 

Eserlerin müellifi, bu eserler üzerinde herhangi bir şekilde mana kaybına veya üslup değişikliğine yol açacak şekilde, kalem oynatılmasına rıza göstermemiş ve izin vermemiştir. İyi niyetle teşebbüs edenleri de bundan vazgeçirmiştir. 

Ancak, Kastamonu Lahikasında bu konuda istisnai denilebilecek bir mektup bulunmaktadır;

"Saniyen: Burada Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’anın …tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtarı manevî ile izin verdik. Daktilo ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilât olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.

(Baknz: Kastamonu Lahikası- s.117, Zehra Yayıncılık, 2009 İstanbul) 

Bazılarınca bu paragrafın sonradan çıkarıldığı ileri sürülmektedir. Ancak, Müellifi merhumun bir uygulaması olarak vakidir ve yok sayılamaz.

Burada dil konusunda geçen tavsiye, elbette sadeleştirme için genel bir ruhsat anlamına gelmez ve söz konusu sadeleştirme çalışmasının bu çerçeve içinde kaldığı söylenemez. 

Bu ibarenin analizinde, üç önemli husus dikkat çekmektedir.


I) Lise talebelerinin okuması için bir eserin tamamı verilmiyor, eserlerden seçilen belli parçalar veriliyor.

II) O tarihlerde halâ eski yazı ile yazılan eserlerden seçilerek, Lise talebelerine verilecek dört parçanın yeni harflerle yazılması isteniyor.
III) Bunlar yapıldıktan sonra “gençlere teshilât (kolaylık) olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur” deniyor.

Buradan çıkarılacak olan sonuç: Tebliğ edilecek olan risale konuları; muhatabın durumuna yani hedef kitleye göre seçilmeli, onların okuyabileceği yazı türünde ve anlayabileceği dilde olmalıdır. Bu sonuç başka türlü tevil edilemeyecek kadar açıktır.
Keşke bir araştırmacı çıkıp, Kastamonu’da Lise talebelerine verilen o metni, eğer halâ birilerinin elinde duruyorsa, ortaya çıkarıp, hangi tabirat nasıl değiştirilmiştir, görülebilse.
3- Bu sadeleştirmeyi yapan çevrelerin esin kaynağı olduğu dile getirilen, Hoca Efendi(!)nin, bu konudaki düşüncesi nedir?
Not: Bu şahıs 15 Temmuz'dan sonra, "Hoca Efendi" lakabını yitirmiş; bu hain teşebbüsün başı olduğu ortaya çıkmıştır..

Eleştiri yapanlardan kimileri, F.G.'i bu işin fikir bazında sorumlusu olmak veya en azından sessiz kalmakla suçlarken; kimileri de onu savunma adına, geçmişteki bazı sözlerini delil göstererek, böyle bir şeye karşı olduğunu ileri sürmektedirler. Adı geçenin, geçmişte farklı söylemleri olsa da 2007 tarihli bir makalesinde, sadeleştirme konusundaki düşüncesini açık olarak ifade etmiş olduğunu görüyoruz:
“Nur Külliyatı, her seviyeden insana anlatılmaya müsaittir. Bu bakımdan bu eserler de günümüz insanının üslûbuna uygun olarak, dili çok iyi bilen bir Nur talebesi tarafından aslı korunmakla beraber önce sadeleştirilmeli, sonra da bütün dünya dillerine çevrilmelidir. Ama bu yapılırken öz, ruh, muhteva mutlaka korunmalı ve orijini muhafaza edilmelidir.” 
(Baknz: http://tr.fgulen.com/content/view/13564/3/ )
(Not: Bu site darbeden sonra kapatılmıştır)

Konumuz olan sadeleştirmeyi bu çerçevede değerlendirdiğimizde, son cümlede dikkat çekilen “…öz, ruh, muhteva mutlaka korunmalı ve orijini muhafaza edilmelidir.” önkoşuluna riayet edilmediği görülmektedir. Söz konusu kitap bu bakımdan da sorunludur.

4- Yapılan eleştirilerin üslubu
Her şeyden önce bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, sadeleştirme başarısız olsa da çalışmayı yapanların art niyetli ve tahrif amaçlı olduklarını ileri sürmek kanaatimce haksızlık olur. Çalışma iyi niyetlidir, fakat iyi bir örnek olmamıştır.
Kitabın yayımlanmasıyla, Bediüzzaman’ın bir grup talebesi müşterek bir beyanname neşrederek yapılan işin yanlışlığına dikkat çekip düşüncelerini açıklamışlardır. Eleştirileri, çalışmanın kalitesine değil, doğrudan kendisine olmuştur. Yani sadeleştirme çalışması başarılı da olsaydı aynı itirazlar olacaktı. O mümtaz grubun hassasiyetlerini anlamak mümkündür. Bununla birlikte, Bediüzzaman’ın ikazları sadece Risale diline dokunulmamasıyla sınırlı olmayıp; eserlerinde özellikle siyaset ve ırkçılık konusunda da birçok uyarıları bulunmaktadır. Yapılan sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkan bazı kişi ve yayın organları, maalesef bu uyarılara uyma konusunda iyi bir sınav verememişlerdir. O nedenle onları anlamak kolay değildir. 
Makul eleştirilerin yanında oldukça aşırıya kaçan ağır ithamlar taşıyan eleştiriler de yapılmış, hatta objektif olarak kişisel düşüncelerini açıklayanlar bile hakarete maruz kalmış, neredeyse ihanetle itham edilmişlerdir.

5- Yayınevi ne yapmalıdır?
Lem’aları sadeleştirerek neşreden Ufuk Yayınevi, söz konusu eseri ehil bir heyete kontrol ettirip, yanlış ve eksikleri tespit ettirerek, piyasadaki kitapçılardan toplatmalıdır. Satılarak okuyucu eline geçen nüshalar için de gazete ve TV yoluyla gerekli duyuruyu yaparak, ellerindeki eserin ilgili kitap evine iadesini sağlamalıdırlar. Bunu, sadeleştirmeden vazgeçtikleri için değil, fakat sadeleştirmenin eksik ve hatalı olduğu gerekçesi ile yapmalıdırlar.

6- Sadeleştirmeye ihtiyaç var mıdır, varsa gerekçesi nedir?
Öncelikle şu hususu belirtmekte yarar vardır: Risale-i Nurların, külliyat olarak bütünüyle sadeleştirilmesi ve yabancı dillere tercümesi uygun değildir. Asıl olan tevhit ve iman ile ilgili bahislerin bütün insanlığa en uygun şekilde sunulmasıdır. Türkiye’nin özel şartları ile ilgili yazılmış olan bazı mektup ve bahislerin yabancı dillere tercümesinin fayda yerine zararı olur.
Aynı şekilde umuma hitap etmeyen hususi bahislerin de sadeleştirilerek ulu orta herkese gösterilmesinin faydadan çok zararı olur. Bu sebeple, hedef kitle için hangi eserin hangi bölümleri sadeleştirilecektir veya tercüme edilecektir, önce bunun tespit edilmesi gerekir. 
Madem Risale-i Nur’lar Kur’an tefsiridir ve madem Kur’an bütün beşeriyete inmiştir. Öyle ise Risalelerdeki tevhit ve iman bahisleri, inananlarca, her seviyede insana ulaştırılmalıdır ki; tebliğ görevi yerine getirilmiş olsun. Bu açıdan baktığımızda bu eserlerin belli bölümlerinin sadeleştirilmesi ve yabancı dillere tercümesine ihtiyaç vardır denilebilir.
Bu ihtiyaç iki noktadan kaynaklanmaktadır:

Birincisi; yabancı dile tercüme edilecek metni oluşturmak içindir. Doğru ve başarılı bir tercümenin yapılabilmesi, güncel Türkçeye düzgün bir sadeleştirme yapılmasına bağlıdır. (Neşriyat için değil, sadece tercümede kullanılacak metni oluşturmak için olsa bile buna ihtiyaç vardır.) Çünkü İngilizce gibi yaygın olan belli başlı dillerde, hem Risalelerin dilini anlayan ve hem de tercüme edilecek yabancı dile vakıf tercümanlar bulunsa dahi, daha az yaygın olan dillerde bunu bulmak kolay değildir. Tercüme edilecek metnin dilini tam olarak anlayamayan birinin, yabancı bir dile yapacağı tercüme ise son derece başarısız olacaktır.

İkincisi; memleketimizde yüzyıldan beri iç ve dış mihrakların etkisi ile dinden uzaklaşan, kültürüyle ve yaşam biçimi ile apayrı bir elit zümre oluşmuştur. Bu çevrelerde yetişen ve iyi eğitim gören genç kuşak, muhtemelen geçerli mesleklere sahip olacak ve toplumun karar mercilerinde görev alacaktır. Misyonerlerin ve İslam dışı felsefi akımların etkisine açık olan bu kuşaktan, Arapça ya da Osmanlıca öğrenmelerini beklemek hayaldir. O halde bu insanlara onların anlayabileceği bir dille hitap etmek gerekir ki; o da güncel konuşulan duru Türkçedir. Sırf bu kesime hitap edebilmek için bile Risalelerin iman ve tevhide dair bölümlerinin doğru bir şekilde sadeleştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

7- Sadeleştirme işi nasıl olmalıdır? 
Sadeleştirme çalışması, Risale-i Nurların muhteviyatına vakıf, ana dili Türkçe olan; Osmanlıcayı ve Türkçenin inceliklerini çok iyi bilen kişiler tarafından, titiz bir çalışma ile üslup korunarak, orijinal metindeki manayı doğru bir şekilde yansıtacak biçimde yapılmalıdır. Sadeleştirilen metin ortaya çıkınca, ehil bir heyet tarafından kontrolden geçirilmelidir. 
Kitapta, bir sayfaya sadeleştirilen metin, karşı sayfaya ise orijinal metin konularak okuyucuya mukayese imkânı sağlanması da bir yöntem olarak düşünülebilir. Bu durumda, bir dipnot konularak; gelecek baskılarda düzeltilmek üzere görülen hata ve eksiklerin bildirilmesi okuyucudan talep edilmelidir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, kitabın ön kapağına mutlaka “Risale-Nur Külliyatından Derlenmiş ve Sadeleştirilmiştir” gibi açıklayıcı bir ifade konulmalıdır.

8- Eleştirilerde, geçmişte yapılan bazı çalışmaları menfi referans olarak gösterilmesi
Yapılan eleştirilerde olumsuz bir örnek olarak gösterilen, Necip Fazıl’ın sadeleştirme çalışması iki yönden irdelenebilir.

Birincisi: Adı geçen, Nur talebesi değildi ve sadeleştirme yapacak kadar Risale-i Nurlara vakıf olamayacağı açıktır. Bu açıdan reddedilmesi normaldir. Sadeleştirme yapacak kişi Risale-i Nurları çok iyi anlamış olmalıdır.
İkincisi: Adı geçen tartışmasız önemli bir şair, yazar ve fikir adamıdır. Fakat aynı zamanda, dilde sadeleştirmeye yani Arapça, Farsça kelimelerin çıkarılmasına karşı biridir. Hatta o derece karşıdır ki; bir yazısında, Türkçenin yetersiz bir dil olduğunu iddia etmekte, sıraladığı birçok kelimenin Türkçede karşılığı bulunmadığını ileri sürmekte, daha da ileri gidip; “…Hattâ ‘dil’ bile ‘lisan’ kelimesine uymuyor ve ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.“ diyebilmektedir. Oysa, lisan kelimesi Türkçeye girmeden önce dil kelimesi Türkçede vardı. 
(Bakınız: Yunus Emre’nin şiirleri ve Şemsettin Sami: Kamus-i Türkî.)

(Bu konuda yanılan sadece merhum Necip Fazıl değildir, dilde sadeleştirmeye karşı çıkmak adına birçok zamane yazarı da dil kelimesinin güya uydurukça olduğu gibi aynı yanılgı içindedirler.)

Bu bakımdan Risaleleri sadeleştirmek istemiş olmasını şahsen hayretle karşılamışımdır. İyi şair olmakla, Risaleleri sadeleştirmeye ehil olmak başka şeylerdir.
Diğer taraftan, Bediüzzaman’ın talebelerinden sadeleştirme yapmak isteyenlerin bu işten menedilmesine gelince; o tarihlerde bugünkü gibi ihtiyaç olduğu söylenemez. Aradan en azından 70-80 yıl geçmiştir. Dil, değişen, gelişen, aktif ve diri bir olgudur; statik, sabit, donuk değildir. Bilim, teknoloji ve sosyal hayattaki gelişmelere paralel olarak, insan hayatına sürekli yeni objeler, yeni algılar ve yeni kabuller girmekte; buna bağlı olarak da dildeki söz varlığına, birçok yeni kelime ve terimler eklenmektedir. Diğer taraftan, zaman içinde pek çok obje ve eylemler sosyal, kültürel ve pratik hayatın dışına çıkmakta; ona paralel olarak da pek çok terim ve kelimeler kullanırlılığını yitirmektedir. Sadeleştirme meselesinin bu açıdan da değerlendirilmesi gerekir.

Sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkan bazı naşirlerin neşretmiş oldukları eserlerde lügat bölümü neredeyse asıl metin bölümünden fazladır. Buna neden ihtiyaç duyulmaktadır, Müellifi merhumun buna rızası var mıydı?

Ayrıca, Risalelerdeki sadeleştirme konusu vesilesiyle yazı yazan bazı değerli yazarlar, Osmanlıca Türkçesi ile yazılmış bazı tefsir vs. dini kitapların da sadeleştirilmesine karşı çıktıkları görülmektedir. Bu iddia sahiplerine göre davranılmış olsa idi, mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihalini ve Elmalı’nın Tefsirini, nüfusun en az yüzde doksanının anlama şansı hiç olmayacaktı. Geçmişte, Osmanlı Uleması matbaaya karşı çıkarken ve de icadından asırlar geçtikten sonra bile ancak dinî kitapların basılmaması kaydı ile kurulmasına fetva verirlerken; Hristiyan papazları, İncil ve dini kitaplar yanında, İslam aleyhtarı neşriyatı, özellikle de Hz. Peygamberin evliliklerini dillerine dolayan iftiraları anlatan paçavralarını harıl harıl basıp, dünyanın en ücra köşelerine yaymakla meşguldüler. Ve ne yazıktır ki; o çabalar sonucu Afrika, Güney Amerika ve Uzak Doğuda açılan misyoner okulları ile birlikte Hristiyanlık oralarda hızla yayılırken, İslam’ın yayılması bıçak gibi kesilmiş, belli bir çağdan sonra ise bireysel kabullerin dışında maalesef kitlesel İslamlaşma olmamıştır. Günümüzdeki manzara da ortadadır.

9- Neşriyatçıların durumları
Günümüzde, eserlerin neşri ile iştigal eden epeyce yayınevi bulunmaktadır. Bunların hangilerinin veya ne kadarının ihlâslı olarak, ticarî gailelerden uzak bir şekilde bu işi yaptıklarını bilemiyorum. Ancak, kitapçılarda baktığımızda, özenle hazırlanmış, kaliteli baskısı olan eserler olduğu gibi; sigara kağıdı gibi ince bir kağıda küçük puntolarla basılmış; sayfa üzerinde lügat ve şerhlerin kapladığı alanın asıl metin alanından neredeyse fazla olduğu, son derece kullanışsız ve özensiz baskıların da bulunduğunu maalesef görmekteyiz.
Bazı yayınevlerinin geçmişte gazete eşantiyonu şeklinde vermiş oldukları eserlerde, yığınla baskı ve dizgi hatası olduğu, eksik paragraflar bulunduğu hafızalardadır. Sözün özü; bazı neşriyat organları veya yazarlar, doğru veya yanlış sadeleştirme çalışmalarına şiddetle karşı çıkarlarken biraz da kendi yaptıkları işlerin kalitesine bakmalıdırlar.
Orijinal dildeki eserlerin tertip ve muhteviyatlarının korunması, gelişigüzel sadeleştirmelerin önlenmesinden daha önemlidir. Sonuçta, yetersiz sadeleştirmelere itibar edilmez, fazla da bir zararı olmaz ama eğer orijinal metinlerde eksik veya hatalar olursa bunun zararı daha çok olur. Özellikle, değişik yayınevlerinin çıkardığı Lahika kitapları arasında, tertip ve muhteva bakımından önemli farklılıklar gözlenmektedir. Neşriyatla ilgili sorumlular bir araya gelerek Osmanlıca el yazması eserleri esas almak suretiyle, yeknesaklığı sağlamalı ve aradaki farklılıklar ortadan kaldırılmalıdır. İttihad-ı İslam gibi büyük bir hedefi olan insanların bunu başarabilmesi gerekir.

10- Editörlük hizmeti
İnsanlar ana dillerinde düşünürler, ana dilleri yanında iyi bildikleri yabancı dillerde de yazabilirler. Bir eserin yayımdan önce mutlaka bir editörün kontrolünden geçmesi gerekir. Editör, ana dili yayın dili ile aynı olan ve o dilin inceliklerini çok iyi bilen, kitabın konusuna dair terminolojiyi bilmesi gibi vasıflara sahip olmalıdır. Risalelerin yayım hizmetinde görev alacak editörlerin aynı zamanda çok iyi Osmanlıca bilmesi gerekir. Halen eserlerde birçok aynı kelimenin değişik şekillerde yazıldığı, noktalama işaretlerinde eksiklikler olduğu görülmektedir. Bu gibi hataların düzeltilmesi vasıflı editörlere bağlıdır.
Bundan daha önemlisi, bazı eserlerde az da olsa maddi hatalar, Arapça ibarelerde de tercüme hataları bulunmaktadır. Her nedense yıllardan beri bu hatalı baskıların yapılmasına devam edilmektedir. Sadeleştirme çalışmalarına şiddetle karşı çıkanların bu hususta neden özen göstermediklerini anlamak kolay değildir.


Misal olarak, Tarihçe-i Hayat’ta eski hayatında, doğuda aşiret reisi Mustafa Paşa ile olan tartışmada “…eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım." ifadesindeki Fırat kelimesi yanlıştır. Haritaya bakıldığında hadisenin geçtiği yer ile Fırat nehri arasında yaklaşık 400 km kadar bir mesafe bulunmaktadır.
(Bakınız:
http://www.risaletashih.com/index.php/tashih-cesitlemeleri/117-firat-nehri-mi-dicle-mi
http://www.risaletashih.com/index.php/tashih-cesitlemeleri/121-tashih-cesitlemeleri-4

Daha önemli bir konu: İşarat-ül İ'caz'da Bakara 25. ayet mealindeki “ezvacun mutahharatun” ibaresi karşılığı olarak “temiz eşler” yerine “temiz kadınlar” ifadesi geçmektedir. Bu ibare arka sayfalarda, ayetin tefsiri ile çelişmektedir. Tefsir kısmında doğrudur, mealdeki ifadenin düzeltilmesi gerekir.
Bakınız: http://www.risaletashih.com/index.php/tesbitler/57-isaratu-l-i-caz  

Buna benzer hataların ivedilikle düzeltilmesi gerekir.

Sonuç olarak; Toplumumuzda eleştiri kültürü gelişmemiştir. Kendimiz gibi düşünmeyenleri medeni bir üslupla uyarmak ve aydınlatmaya çalışmak yerine kavgayı tercih ediyoruz. Kavga ile karşımıza alacağımız kişilerin fikirlerinde daha da ısrar edeceklerini hesaba katmıyoruz. 

Bu yanlış tutum, politikadan spora kadar toplumun her kesiminde yaygındır. Hatta denilebilir ki; aileden meclise kadar her ortamda, kavga ve hakaret ikna yolu olarak seçilmektedir.
Hz. Peygamberin insanlığa getirdiği güzel ahlâk ve medeni kültür bu değildir. Nefsine hâkim olamayanlar dünyaya hâkim olabilir mi? 
Diğer yandan, diyalog konusunda iddialı olanların, bu kadar geniş çevreden gelen eleştirileri dikkate alarak, hatalarını düzeltmeleri gerekmez mi?