26 Şubat 2016 Cuma

BANDROL MECBURİYETİ VE RİSALELERİN NEŞRİYATI MESELESİ


(Bu yazı 19 Temmuz 2014 tarihinde kaleme alınmıştır.)


23 Mart 1960 yılında vefat eden Bediüzzaman Hz.lerinin eserleri, Risale-i Nur Külliyatı, sağlığında izin verdiği sınırlı sayıdaki talebesi tarafından türlü güçlüklerle ve mütevazi imkȃnlarla, fakat büyük bir özenle, sadece ve sadece hizmet saîki ile basılıp neşredilmekte idi.

Bu eserler üzerindeki bir takım kanunsuz yasakların zamanla kalkması ve geniş kitleler tarafından talep edilir olması ile birlikte, söz konusu eserleri basıp neşredenlerin sayısında büyük bir artış meydana geldiğini ve son zamanlardaki bandrol tartışmaları vesilesiyle de bu sayının 26’yı bulduğunu öğreniyoruz. Nitekim kitap fuarlarını gezdiğimizde, adını sanını bilmediğimiz birçok yayınevinin standında ve yayın katalogları içinde, Külliyatın yer aldığını görmekteyiz.

Bu durumda ister istemez; acaba bu yayınevlerinin hizmetle ilgisi nedir, hizmetle ilgisi olmayanların eserleri basmaktaki amaçları ticarî ise buna hakları var mıdır; ayrıca bu gibi yayınevlerinden eserlere gösterilmesi gereken hassasiyet beklenebilir mi, gibi sualler akla gelmektedir. 

Geçmiş yıllarda olan bir hadise: Yukarıda belirttiğimiz, Müellifin sağlığında izin verdiği kişiler dışında, (fakat eserleri bilen ve kendilerince hizmet amacı güden) birileri tarafından eserlerin basılması üzerine; Ankara’da neşriyatla iştigal eden bir muhterem zat tarafından mesele adliyeye intikal ettirilerek, eserlerin neşriyat hakkının kendilerinde olduğunu beyanla, bu kişiler engellenmek isteniyor. Elde kanunen geçerli bir veraset belgesi olmadığı için mahkeme bu talebi reddediyor. Meseleye şahit olan birinin anlattığına göre Hȃkim, davacı tarafı biraz da ta’zir ederek davayı reddedip el konulan kitapların iadesine karar veriyor.

Daha başka yerlerde buna benzer bir hadise olmuş mudur bilemiyorum. Ancak bu hadise bile, tek başına, eserlerin vicdanen ve manen basmaya yetkili olan kişilerin, kanunî olarak böyle bir yetkilerinin bulunmadığını gösteriyor.

Hangi kanun mu?
1951 yılında çıkarılan ve günümüze kadar yaklaşık on kez değişikliğe uğrayan “5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu“ ¹. Bizlerin, adını duymuş olmaktan başka bu Kanun hakkında fazla bir malumatımızın olmaması normaldir. Fakat neşriyat işiyle meşgul olanların bu Kanunun maddelerini, gerekçelerine varıncaya kadar ve bununla ilgili çıkarılan yönetmelikleri ve yapılan değişiklikleri ayrıntıları ile takip etmeleri, hukukçularına inceletmeleri icap etmez miydi?

Anlaşılan o ki, bizim naşirlerimizin bugüne kadar böyle bir endişeleri olmamıştır. Tıpkı, eserlerdeki bir takım baskı ve yazım hataları gibi tashihe muhtaç hususları, yapılan tüm uyarılara rağmen, dikkate alıp düzeltmedikleri gibi ².
Bunun yanında sadeleştirme adı altında veya sayfalara lügat ekleme yolu ile kitap hacimlerini iki katına çıkaran kanunsuz uygulamaları da saymak gerekir ki, bu yapılanların neden kanunsuz olduğunun izahı aşağıda gelecektir.

Evet, bütün mesele neşriyatla meşgul olan sorumlu kişilerin bugüne kadar bu Kanunun gereği olan işlemleri yerine getirmemiş olmalarından kaynaklanıyor. Özellikle de bu Kanuna istinaden Kültür Bakanlığınca çıkarılan ve 08/11/2001 tarih ve 24577 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, “Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ³ yürürlüğe girdikten sonra yapılması gereken iş netlik kazanmış olmasına rağmen. Yani söz konusu Yönetmelikten sonra iş ciddiye alınıp, gereken işlemler yapılmalıydı.

Peki, ne yapmıştır bu yayınevleri, bu Kanun ve Yönetmeliğe rağmen, bugüne kadar eserleri nasıl bastırabilmişlerdir?
Bunun cevabı; maalesef, gerçeğe aykırı beyanda bulunarak bu işi sürdürmüşlerdir.

Nasıl mı?

Kanunun 27. maddesine göre, eser sahibinin vefatından itibaren koruma süresi 70 yıl olarak tayin edilmiştir. Yani Müellifin vefatından itibaren bu 70 yıllık süre içinde, geride kalan kanunî mirasçılarından izin almak gerekiyordu. Kanunun 19. maddesinin ilk fıkrası, mirasçıların kimler olacağını belirliyor. Bilindiği gibi Müellif-i Muhterem, devr-i hayatında mücerred kalıp evlenmediği için Kanunî mirasçıları ancak kardeşlerinin nesebi üzerinden olabilir ki, onların bir kısım torunları bulunmaktadır.

İşte bu 26 yayınevinin hiçbiri bu varislerden böyle bir yetki belgesi almaksızın, Kanunda belirtilen 70 yıllık süre sanki sona ermiş gibi beyanda bulunarak, kanunen zorunlu olan bandrolü usulsüz şekilde alarak kitapları basmışlardır. Peki onlar bu yanlışı yaparken, Kültür Bakanlığındaki bandrol işlemlerini yürüten sorumlular ne yapmıştır? Dünya ȃlemin bildiği, Bediüzzamanın vefatı üzerinden 70 yıl geçmediği gerçeğine rağmen, görevlerini ihmal ederek usulsüz bandrol vermekle meselenin bu hale gelmesinde baş sorumlu olmuşlardır. İşin aslı budur. Bunun doğru bilinmesi gerekir.

Esasen, bu usulsüzlüğü yapanlar aynı zamanda ağır yaptırım gerektiren bir suç işlemişlerdir. Şöyle ki; Kanunun 81’nci maddesi “Bandrol yükümlülüğüne aykırı ya da bandrolsüz olarak bir eseri çoğaltıp satışa arz eden, satan, dağıtan veya ticarî amaçla satın alan ya da kabul eden kişi bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezasıyla cezalandırılır.” hükmünü taşımaktadır.

Efendim, Risale-i Nurlar umumun malıdır, diğer eserler gibi değildir. İsteyen basıp neşredebilir. Yada Müellif-i Muhteremin kimleri varis tayin ettiği eserlerinde belirtilmiştir, gibi tezler vicdanen doğru olsa da hukuken geçerlilik taşımaz.
Açıkçası, vefat tarihi esas alındığında 70 yıllık süre 23 Mart 2030 yılında dolacak olduğunu bile bile, yalanın hiçbir türüne cevaz vermeyen bir Zatın eserleri yıllardan beri gerçek dışı beyana istinaden ve de Bakanlık yetkililerinin göz yumması veya görevi ihmal sonucu, alınan bandroller ile basıla gelmiştir. Bu nokta dikkat çekicidir.

Ne zaman ki, anlı şanlı bir şekilde hizmet ettiğini dünyaya ilȃn eden bir cemaate ait bir yayınevi, Külliyatı, Lem’alar’dan başlayarak sadeleştirme adı altında yozlaştırıp, neşretmesi üzerine; eserlerin manevî sahipleri, haklı olarak ayağa kalkıp, yapılan hataya dur demeye çalışmışlar ve fakat karşı tarafın bu çağrılara kulak tıkaması yüzünden, onları engellemek için bir takım arayışa girmeye mecbur kalmışlardır. İşte bu sebepledir ki, bu bandrol meselesi gündeme gelmiş ve yetkisiz ve sorumsuz kişilerin eserleri basmasının ve sadeleştirme gibi faaliyetlerin önünü almak için teşebbüse geçenler olmuştur.

Esasen söz konusu Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun  16. maddesinde yer alan “Eser sahibinin izni olmadıkça eserde veyahut eser sahibinin adında kısaltmalar, ekleme ve başka değiştirmeler yapılamaz.” hükmü; Risalelerde sadeleştirme adı altında değiştirmeler yapılmasına engel idi. Fakat gel gör ki, Eserlerin kanuni sahibi belli olmadığı için herhangi bir şikayet söz konusu olmamış ve Kanuna aykırı bir şekilde, tüm eleştirilere rağmen inadına sadeleştirmeye devam edilmiştir.

Günümüze gelirsek; Hükümetin, Risaleleri Kültür Bakanlığına mal etmek için, çeşitli meselelerle ilgili hazırlanan Torba Kanuna bir madde ilave yoluna gitmesi, anlaşılır gibi değildir. Çünkü zaten mevcut Yasanın 19’ncu maddesine 1983 yılında eklenen bir hükümle Bakanlığa böyle bir yetki verilmiş durumda.

Evet, söz konusu hüküm kısaca şöyle: “...salahiyetli kimselerden hiçbiri bulunmaz veya bulunup da salahiyetlerini kullanmazlarsa yahut ikinci fıkrada belirlenen süreler bitmişse, eser memleketin kültürü bakımından önemli görüldüğü takdirde, Kültür ve Turizm Bakanlığı... eser sahibine tanınan hakları kendi namına kullanabilir.”

Görüldüğü gibi bu madde işletilerek de mevcut durumda pekȃlȃ eserler Bakanlık tekeline alınabilir. Tabi bunun doğru olup olmadığı ayrı bir mesele. Hukuken mümkün olan bu uygulama, Risale-i Nur Camiası açısından elbette kabul edilemez ve kendi içinde pek çok mahzurları taşıyan bir durumdur.

Şöyle ki; yıllardan beri neşriyatla iştigal eden naşirlerin dahi başaramadığı dört dörtlük bir basım işini Kültür Bakanlığı nasıl başaracaktır? Beş-altı bin sayfayı teşkil eden onlarca kitabı doğru bir şekilde ve aslına uygun olarak yayımlamak için, Risalelere vakıf yeterince sayıda editör istihdam edebilecek midir? Kültürel yayın olma vasfından çok, dinî yayın sınıfına giren Risaleleri Kültür Bakanlığının değil de Diyanet İşleri Başkanlığının sahiplenmesi ve neşretmesi daha doğru değil midir?

Gelinen noktada, Torba Kanuna ilave edilen madde Meclisten geçse de geçmese de;  Risaleleri neşir işinin eskisi gibi devam edemeyeceği görülmektedir. Çünkü Bakanlığın mevcut Kanuna göre bugüne kadar verdiği usulsüz bandrolü bundan sonra vermeyeceği ve Hükümetin politikası gereği, karşısında gördüğü kesimlere taviz vermeyeceği açıktır.

Özellikle korsan madde diye adlandırılan yasa maddesini engellemeye çalışanların, bu noktayı göz önünde bulundurmaları ve o maddenin geri çekilmesi ile sorunun çözüleceği gibi bir yanılgıya düşmemeleri gerekir.

Bu durumda yapılması gereken; eserleri sırf hizmet maksadıyla neşreden yayınevleri ( en zor işi yani ittihad ve tesanüdü başarabilirlerse) müşterek hareket ederek,  kanunî varislerden alacakları yetki belgesi ile hukukî yollardan haklarını arama yoluna gitmeleri ve bundan sonra yürürlükteki Kanun ve Yönetmeliğe uygun hareket etmeleridir.

Böylece, neşir hizmeti aksamadan devam edeceği gibi, öyle her önüne gelen de eserleri basıp ticarete alet edemez. Ayrıca, sadeleştirme ve sair yollarla eserlerin değiştirilmesinin önüne geçilmiş olur. 

³  http://teftis.kulturturizm.gov.tr/TR,14663/bandrol-uygulamasina-iliskin-usul-ve-esaslar-hakkinda-y-.html
Not: Risalelerin, bu arada diğer tüm dinî yayınların ve elbette mushafların neşri; ticarî gailelerden uzak, sırf Allah rızası için ve İslȃma hizmet gayesi ile yapılmalıdır. 
Bu sahada faaliyet sürdüren yayınevleri ve naşirlerin tamamının bu noktada olduğu söylenemez..

24 Şubat 2016 Çarşamba

“Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği”; GERÇEK Mİ SUİZAN MI?

Emrah Cilasun adlı Marksist bir şahsın “Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği” diye takdim ettiği ideolojik amaçlı yayın, geçen yıl piyasaya çıkmıştı..

İdeolojik amaçlı diyorum, çünkü kitabın takdiminde yer alan; “Bugün toplumsal hayatın din tarafından şekillendirildiği bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Günübirlik yaşamın içerisinde başta kadınlar olmak üzere bütün toplumun baş döndürücü bir süratle din tarafından çembere alındığına şahit olmaktayız...” şeklindeki cümlelerden, sosyal hayattaki dinî gelişmelerden ne denli rahatsızlık duyulduğu anlaşılıyor..

Bir okur olarak, eleştiri kitaplarında aradığım üç husus: 
- Eleştirilerde önyargısız ve objektif davranılmış mı?
- Ortaya konulan belge ve bilgilerin doğruluk payı?
- Yapılan eleştiriler ve değerlendirmeler makul ve mantıklı mı?

Bu bağlamda, İslȃma karşı önyargılı mantaliteye sahip bir Marksisten, İslȃm alimi olan Said Nursi’ye övgüler düzmesi yada objektif davranmasının beklenemeyeceği açıktır. 
Kitaptaki iddiaların tek tek ele alınıp irdelenmesi ayrı bir çalışma konusudur. Biz burada, kitapta ortaya atılan tezlerin makul ve mantıklı olup olmadığı hususunda, bir örnek üzerinden analiz yapmaya çalışacağız. 
Somut bir örnek olarak; Bediüzzaman Said Nursi’nin çok önemli bir projesi olan, Van’da açılmasını teklif ettiği ve “Medresetüzzehra” namını verdiği okula dair, kitabın 180’inci sayfasında yazılanlara bakalım: 

Yerel otorite olarak Valinin (...) önerdiği medreseye -Molla Said’e vaat edilen miktar yerine “cüzi” bir paranın verilecek olması- Osmanlı Devletinin – Arnavutluk örneğinden sonra- azınlıklarla ilgili şüpheci refleksi ile alakalıydı. Nihayet, Haziran 1911’de destek vaat edilen medresenin sadece temeli, “yirmi bin altın” yerine “yirmi beş bin Osmanlı Lirası” ile ancak Ekim 1913’de atılacaktı.

Marksist Yazarın iddiasına göre
Said Nursiye vaat edilen yirmi bin altın yerine, verilen sadece cüz’i bir miktar olan yirmi beşbin Osmanlı Lirasıdır. Onunla da ancak bu medresenin temeli atılmıştır.” “Bunun sebebi Arnavutluk örneğinden (Yani, Osmanlı'da asli unsurlardan olan Arnavutların 1912 Balkan savaşında ayrılmalarını kastediyor) sonra azınlıklarla ilgili şüpheci refleksi ile alakalıydı."
Şimdi bu iddiaları sırayla ele alalım:

1- Medresetüzzehra için tahsis edilen 25 bin Osmanlı Lirasının; vaat edilen 20 bin altınla mukayese edildiğinde cüz’i (çok az) bir miktar olduğuiddiası doğru değildir

ÇÜNKÜ: 1844 yılından 1922 yılının Kasım ayına kadar kullanılmış olan Osmanlı lirası, o tarihlerde yaklaşık bir altın lira değerindedir. 
İktisatçı Prof. Feridun Ergin’e göre, Birinci Dünya Savaşından önce, bir Osmanlı Lirasının değeri 6.615 gram saf (24 ayar) altındı¹, yani yaklaşık 1 altın lira kadardı (Altın lira 22 ayar, yaklaşık 7.2 gr.dır.) . Açıkçası, tahsis edilen 25 bin Lira; iddia edildiği gibi, 20 bin altından daha az değerde değildir.

¹<https://atamdergi.gov.tr/tam-metin-pdf/521/tur>

2-25 bin Osmanlı Lirası ile ancak temel atıldığıiddiası doğru değildir.
ÇÜNKÜ: Van’ın Edremit İlçesi yakınlarında temeli atılarak inşaatı başlatılan medresenin temeli için harcanan para, 25 bin Lira değil,  1-2 bin lira kadardır. 

3- Vadedilen ödeneğin güya azaltılmasına gerekçe gösterilen; Kürtlerin azınlık gibi addedilerek onlara şüphe ile bakıldığıiddiası geçersizdir.
ÇÜNKÜ: Gerekçe geçersiz olunca iddia da kendiliğinden geçersiz olur. Tahsis edilen 25 bin Liranın, vaat edilen yirmibin altına göre cüz’i bir miktar olduğu iddiası doğru olmayınca; buna istinaden kurulan hüküm de geçersiz olur.

Ayrıca, Osmanlıda Müslüman tebaa hiçbir zaman azınlık muamelesi görmemiştir. Askerlik, vergi ve sair işlerde azınlık muamelesi görenler gayrı Müslimlerdir. Arap-Kürt-Çerkez-Arnavut gibi Müslüman unsurların Türk asıllılardan hiçbir farkı yoktur. Hadisenin cereyan ettiği devirde iktidarda olan İttihat Terakki zamanında Türkçülük fikri yeşermeye başlamış olsa da devletin temel felsefesinde bir değişiklik yoktur.
Görüldüğü gibi Medresetüzzehra ile ilgili iddialar temelsizdir.
 

--------------------------------------------------------------------------------
Not: Bu yazının yazılmasına sebep olan muhterem Mehmet Çetin Bey'e değerli paylaşımları için teşekkür ederim.
Ayrıca, bu tür eleştiriler daha doğrusu iftira ve karalamalar karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğini ve de özellikle neşriyatçılara düşen görevler konusundaki nacizane düşüncelerimizi, kısmet olur ise, başka bir yazıda ele alalım..