3 Mayıs 2015 Pazar

PANEL


Yeni Asya Gazetesi Ankara Temsilciliğince,  22 Mart 2015 günü, Yenimahalle Belediyesinin 'Nazım Hikmet Kongre ve Sanat Merkezi'nde "Bir tecdid hareketi olarak Risale-i Nur” konulu güzel bir Panel tertip edilmiştir.
1600 kişilik büyük bir salonda yapılan toplantıya katılım oldukça iyi idi.. Dinleyicilerin ilgisi de.. 
İslȃmda Müceddidlik konusu gerçekten önemlidir.. Bediüzzamanın (55nci) vefat yıldönümü olması vesilesiyle Panelin zamanlaması da gayet uygundu..

Genel bir değerlendirmede; Bediüzzaman Hz.lerinin asrın müceddidi olduğunun dile getirilmiş olmasıyla, Panelin başarılı olduğu söylenebilir..
Fakat, tablo böyle olumlu olunca insan, ister istemez daha mükemmeli arıyor..

Not: Adı geçen Belediyenin web sitesindeki Mart ayı etkinlik takviminde; 8 Mart günü mezkür Gazete Temsilciliğince, aynı merkezde düzenlenen "İslam'a göre evlilik ve aile hayatı" konulu panele yer verilmiş olmasına karşın, Bediüzzaman ve Risale-i Nur'la ilgili bu panele yer verilmemesinin sebebi acaba ne olabilir? 

Benzeri faaliyetlere katkı sağlamak amacıyla, söz konusu Panelle ilgili tespit ve düşüncelerim:
1- Panelistlere iki tur halinde,15 + 10’ar dk. lık konuşma süresi tanınmıştı. İkinci bölümdeki 10 dk., özellikle soruların cevaplanmasına tahsis edildiği halde, konuşmacılarca bu hususa tam olarak riayet edilmemiştir.
Panele canlılık kazandıran, panelistlerle dinleyiciler arasındaki etkileşimdir. Konuşmacılar, ikinci bölümü de ağırlıklı olarak sunum için kullandığından, çok sayıda gelen sorular cevapsız kalmıştır.

2- Panelde Müceddidlik gibi kapsamlı bir mesele ele alındığına göre, konuşmacıların sürelerinin sınırlı olduğu dikkate alınarak;
Açış konuşmasında (azami 5 dk); İslȃm’da mücedditlik kavramı, ilk müceddit Ömer ibni Abdülaziz'den Mevlana Halidi-i Bağdadi’ye kadar gelmiş geçmiş oniki mücedditin isim listesi ile Barla Lahikasındaki bir mektupta geçen; onikinci Müceddit Mevlana Halid’den tam yüz sene sonra gelen Bediüzzamanın hayat seyriyle ilgili mukayeseli bilgilerin özet halinde sunulması doğru olurdu.

Bu yapılmadığı için, ilk konuşmacı zamanının bir bölümünü Mücedditliğin tanımına ayırmak durumunda kalarak, sanırım süresini bir miktar aşmıştır.

3-Panelistlerin, dinleyicilerin çoğunluğu tarafından bilindiğini tahmin ettiğim genel bilgiler yerine, 15 dk’lık sınırlı sürede, Bediüzzamanın müceddidlik vasfını bilmeyenlerin net bir kanaate varmasını sağlamak üzere; Risale-i Nurların tecdide dair yönlerini öne çıkaran müşahhas misaller vererek, çarpıcı noktalara dikkat çekmeleri beklenirdi..

Bu hususu teminen;  
İlk konuşmacının 1.Müceddit Ömer İbn-i Abdülaziz’den bahsederken, tecdide dair hizmetlerine somut örnekler vermesi, meselȃ; onun zamanında görülen mevzu/uydurma hadislerin yaygınlaşmasını önlemek için Medine Valisine yazdığı mektup sonucu, onbeşbin uydurma hadisin tespit edilerek ayıklandığı ve sahih hadislerin kaydının yapılmaya başlandığı hususu ile Halifelik makamına oturunca ilk yaptığı işin; kendisinden önce sefere gönderilmiş olan bir orduyu geri çağırması (çünkü İslȃm’da savaş müdafaa ve hakkı tebliğ amaçlı idi, Emevilerin yaptığı gibi futuhat ve ganimet amaçlı değildi) ve ayrıca, Sahabenin sünnetine uygun olan; Halifelik makamının istişare ile tayin edilmesi esas olduğundan, Emevilerin getirdiği (babadan oğula geçen) Bizans’ın saltanat sistemine karşı olduğu (zehirlenerek şehit edilmesinin sebebi) gibi önemli hususlar vurgulanmalı idi.

Bunun yanında, 10’uncu Müceddit olan İmam Rabbani zamanında, bid’aların yaygınlaşmasına karşı unutulan sünnetlerin ihya edilmesi ve meydana çıkan bid’alarla mücadele edildiği hususları, birkaç somut örnek verilerek, dile getirilmesinden sonra; Bediüzzaman’ın devrinde de İman esaslarının, materyalistlik ve komünistlik gibi cereyanlar karşısında tehlikeye düşmesi sonucu; İman esasları ve Kur’an hakikatlerinin aklî ve ilmî delillerle tecdiden izah ve ispat edildiği müşahhas misallerle ortaya konulması beklenirdi..

 4- Bediüzzamanın mücedditlik hizmetleri hususunda panelistleri yönlendirmek ve tekrara girmelerini önlemek bakımından, tertip heyetince konular disipline edilerek;

Bediüzzamanın tecdit bağlamındaki hizmetlerinden:
     -  “Tefsir metodu ve hadis tevili”
   -  "Haşir, Nübüvvet gibi imani meselelerin aklî ve ilmî delillerle izahı"
     - “Tarikat meselesine bakışı”
     - “Müslümanların ittihadı ve uhuvveti” 
     - “Cihat anlayışı ve müspet hareket metodu”
     - “Dinî ve fennî ilimlerin imtizacı (birbiriyle uyumlu eğitimi)”
     - “Siyasete bakışı, siyasî hareketler karşısında tavrı”
     - “Sırat-ı Müstakim: ifrat-tefrit-vasat kavramlarını tarifi”
   - “Sosyolojik açıdan beşerin tekamülü; esir-ecir ve mülkiyet kavramları” gibi, konular belirlenerek; hangi panelistin hangi konuları işleyeceği, bilgi birikimleri ve uzmanlık alanları göz önünde bulundurularak, tayin edilebilir..

Bu yapılmadığı takdirde; panelistlerin tekrara girerek aynı konulardan bahsetmeleri veya daha mühimi; konuyla ilgili olmayan hususlara girmeleri riski ile karşılaşılabilir. Gerçi, panelistler konuşmalarında (yukarıda belirtilen/belirtilmeyen) birçok hususa değindiler, fakat izleyicilerin hafızasında kalıcı iz bırakacak şekilde özellikle tecdit hizmetlerinden somut ve çarpıcı örnekler verilmesi herhalde maksada daha uygundur.

     5- Genel olarak; panelistlerce dile getirilen sunumlar, birkaç nokta dışında makul ve konuya muvafıktı.. Ancak, kanaatimce panelin konusuna aykırı olan bazı hususlar aşağıdadır. 

 -TV ekranlarında sıkça görülen bir durumla, panel- sempozyum gibi toplantılarda da zaman zaman karşılaşmaktayız. 
Şöyle ki; akademik kariyere sahip bazı değerli hatipler, uzmanlık alanı dışındaki konularda gerçeği yansıtmayan birtakım bilgiler serdederek; uzmanlığı ile ilgili söylemiş oldukları doğrular hakkında da, farkında olmayarak, tereddütler uyanmasına sebep olmaktadırlar. 
      (Hibrit tohumların kısır olduğunu veya balın şekerden ibaret olduğunu  iddia eden tıp uzmanları gibi. Bakınız: http://rkalyoncu.blogspot.com.tr/2015/04/karatay-diyetinde-balin-yeri.html)

Bu bağlamda; panelde sorulan bir soru vesilesiyle, para politikalarına dair uzmanlık alanına giren bir konuda fikir beyan edilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyim.

Değerli Hatip, ABD’nin 20 Cent’lik bir maliyetle  (herhalde 100’lük Dolarları kastederek) Dolar basarak, hiçbir üretim(!) yapmadan, haksız zenginlik kazandığı  ve dünyayı sömürdüğü mealinde ifadeler serdetmiştir. 

ABD’nin (diğer tüm emperyalist ülkeler gibi) dünyayı sömürdüğü doğrudur ama, bu sömürüyü nasıl yaptığı hususunda verilen bilgiler isabetli olmamıştır. 

Dünya ekonomisinden haberdar olanlarca malumdur ki; ABD, dünya üretiminde en başta gelen bir ülke konumundadır. 

Dünya Bankası'nın verilerine göre:     < http://data.worldbank.org/country > 
ABD, tek başına tüm dünya üretiminin % 22’sini sağlamaktadır. 28 ülkeden oluşan AB’nin payının % 23, ABD’nin en büyük rakibi olan Çin’nin %12 ve Türkiye’nin sadece % 1 civarında olduğu düşünülürse ABD’nin üretim seviyesi daha iyi görülür.

Elbette, bir ülkenin parasının değeri sadece üretim seviyesi ile ilgili değildir. Merkez Bankasındaki altın rezervinden, dış ticaret hacmine kadar, bir çok ekonomik faktörün yanında; siyasî ve ekonomik istikrar, bilim ve teknolojideki seviyesi, silahlı kuvvetlerinin gücü gibi hususlarla birlikte, ülkenin sahip olduğu tüm doğal ve kültürel zenginliklerin her birinin o ülkenin para biriminin değerinde payı bulunduğu bilinmektedir. 
Mesela; ABD, 8 bin tonun üzerindeki altın stoku ile dünyada en üst sırada yer almaktadır. (Türkiye 500 ton civarında)

Bir ülke parasının dünya ticaretinde geçer akçe olması için sadece değerli olması da yetmiyor. Daha önemlisi; "konvertibl" yani her yerde ve her zaman diğer para birimlerine çevrilebilir, diğer bir ifade ile dünyanın her yerinde kabul edilebilir olmalıdır. Örnek olarak; Bahreyn ve Ürdün Dinarları, ABD Dolarından daha yüksek kur değerine sahip olmalarına rağmen, dünya ticaretinde geçerlilikleri bulunmamaktadır. Aksi takdirde, kağıda para basmanın ekonomik bir karşılığı olmaz..

Bu arada, Muhterem Hatip, geçmişte merhum S.Demirel’in konuşmalarını dinlemiş olsaydı; onun “ABD’nin tek başına  tüm dünya üretiminin üçte birini sağladığı” şeklindeki sözlerini unutmazdı. ( O yıllarda ABD’nin payı % 30’ların üzerinde idi, bugünkü yapıda bir AB yoktu ve Çin henüz atak yapmamıştı.)

Ayrıca, basit bir analizle; ABD ekonomisinde kötüye gidiş olduğunda Dolar değerinin düştüğü ve ekonomik verilerde iyileşme ile birlikte tüm dünyada doların değer kazandığı görülür.. Kısacası, Doların (veya herhangi bir para biriminin) değeri, doğrudan ekonomi ile ilgilidir.. 

Netice itibariyle; umuma açık toplantılarda (ve de TV ekranlarında) hatiplerin, uzmanlık alanları dışındaki konularda, kişisel düşüncelerini kesin yargı ve ilmî kabuller gibi yansıtmaktan kaçınmaları gerekir.

(Esasen para basarak zengin olunduğu/olunacağı tezi; eski milli görüşçülerin ve onlardan kopma, günümüzde Milli Ekonomi Modeli diye kulağa hoş gelen; özünde, karşılıksız para basarak güya ekonomiyi kurtaracağını iddia eden bir safsatayı satmaya çalışan, dinin ve tarikatın ticaretini iyi beceren, M.K.'nin Hafız, Seyyid ve Şerif olduğunu iddia edecek kadar ileri giden bir şahsın tezidir.)

Diğer bir konuşmacının ifade etmiş olduğu; Asr-ı saadetteki idare şeklinin "ideal bir cumhuriyet" olduğu beyanı da doğruyu yansıtmamıştır. 
Bediüzzaman Hz.leri,  asr-ı saadetteki idare şekli için; “...Hulefa-i Raşidîn hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıdkîk-ı Ekber Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi...”  şeklinde o zamanki idarenin bir anlamda Cumhuriyet olduğunu ifade ediyor, fakat ideal bir cumhuriyet idi, demiyor.

Çünkü, İslȃm dini kölelik ve evlilik meselelerinde olduğu gibi, devlet idaresi şeklinde de toplumun içinde bulunduğu (aşiret ve kabile hakimiyeti gibi) en iptidaî halden, medenî bir şekle geçmek üzere ileri adımlar atarak, mükemmele ulaşmak için takip edilecek yolu göstermiştir.

Evet, şayet Emeviler, istişare yolu ile Halife seçimini terk edip, babadan oğula geçen saltanat şeklindeki Bizans örneğini esas almasa idiler; belki zaman içinde, gayr-ı müslimlerin ve toplumun tüm bireylerinin seçme hakkı olacağı, beşeriyet için ideal bir cumhuriyete geçiş, Müslümanların eli ile gerçekleşmiş olacaktı.. 
Şayet, sadece bu husus sağlanabilse idi, dünyanın İslȃma bakışı bugün çok farklı noktada olurdu..

Yine, aynı panelistin Bediüzzaman’ın hukuk sahasında; Osmanlı'daki “örfî hukuk- şer’i hukuk” tartışmasını, “şeriat ikidir” diyerek bitirdiğini, ifade etmesi hususunda sanıyorum değerli panelist açısından bir yanlış anlama söz konusudur.. 

Tanzimatı takiben, Osmanlının son zamanlarında cereyan eden; “şer’i hukuk- örfi hukuk” tartışması ile  Bediüzzamanın “şeriat ikidir” ifadesinin hiçbir alȃkası yoktur. İkisi farklı şeylerdir. Bediüzzaman, şeriat-ı fitriye derken örfi hukuktan bahsetmiyor..

Bu konuyla ilgili kaynaklar:
http://www.erzincan.edu.tr/birim/HukukDergi/makale/1999_III_12.pdf

NOT: İlgili Yazar dostumuz, Şer'i Hukuk, Örfi Hukuk meselesini bugünkü (03.05.15) makalesinde yeniden dile getirmiş ve aynı görüşü tekrarlamış bulunuyor. 

http://www.yeniasya.com.tr/kazim-gulecyuz/ser-i-ve-orfi-hukuk_333228

Dinleyiciler arasında, buna benzer meselelerin doğrusunu bilen fakat Risaleler hakkında yeterince bilgisi olmayan kişiler nezdinde; bu gibi yanlış ifadeler, ister istemez sunumun tümü üzerinde şüphe uyanmasına sebep olacağından, sunucuların önceden iyi hazırlanmaları ve uzmanlık alanları dışına çıkmamaları arzu edilir..

Kanaatimce, Risale-i Nur’lar üzerinde her yönüyle, esaslı akademik çalışmalara ve  ilmî tahlillere ihtiyaç bulunmaktadır.

Umut ederim, zaman içinde bu gibi meselelerin genç ve yetenekli araştırmacılarca yüksek lisans ve doktora tezi halinde işlenmesi ve Risale-i Nurlar üzerinde ilmî kariyere sahip kadroların yetişmesidir.
****************************************