24 Kasım 2014 Pazartesi

Bir Televizyon Programına Gönderilen Mektup

Bir TV kanalında yapılan bir tarih programı ile ilgili olarak; program sunucusuna gönderilen mektup ve cevabı:

Not: Söz konusu program sunucusunun fevkalade beyefendi ve kültürlü bir kişi olduğunu belirtmeliyim. 
 
Muhterem ... Bey,

Tarihe ve milli kültüre ilgi duyan biri olarak, programlarınızı elden geldiğince takip etmekteyim. Öncelikle, birbirinden kıymetli konuklarınızla izlenmeye değer programlar yaptığınız için takdir ve teşekkürlerimi bildiririm.

Şahsen bir izleyici olarak gördüğüm; özellikle siyasete temas eden programlarda, çok bilgili kişilerin dahi sehven, zühulen veya dikkatsizlik eseri de olsa söylediği küçük fakat yanlış bir bilgi, muarızlarınca o bilge kişilerin diğer doğrularının da sorgulanmasına yol açmakta, muvafıklarının ise yanlış malumat edinmesine sebep olmaktadır.
Mümkün olduğunca bu tür hatalardan sakınılması gerektiği kanaatindeyim.

Bu bağlamda;
Kanal ...TV’de 27 Ekimde sunmuş olduğunuz tarih programında, konuğunuz Sayın S.A.; Çankaya adlı esere atfen, yazar F.R.Atay’ın; “Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden, bir askerî dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir.” şeklinde bir fikir beyan ettiğini ifade etmiştir.

Bendeniz programınızı daha sonra tekrarından izlediğim için maalesef canlı yayına mesaj gönderme şansım olmadı. O sebeple bu notu zȃt-ı ȃlinize arz etmek istedim.

Söz konusu ifadenin, Çankaya adlı eserde yer aldığı doğrudur ama o fikir Atay’ın değil, eski Maliye Nazırlarından ve İzmir suikastı nedeniyle idam edilen Mehmet Cavit Bey’e aittir.

Açıkçası, Atay adı geçen eserinde, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasındaki gelişmeleri anlatırken, Cavit Bey’i rahmetle anarak, onun İttihat Terakki’nin lideri pozisyonunda olduğunu ancak, komitacı olmayıp, medeni bir adam olduğunu ifade ederek; “Onu Lausanne’dan beri (Cavit Bey Lozan delegasyonunda üye idimuhalefete sürükleyen sebepler şunlardır:” diyerek, o sebepleri sıralamakta ve mevzubahis edilen “... Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir.” tarzındaki cümleyi de Cavit Bey’i muhalefete iten sebepler muvacehesinde zikretmektedir.  

Zaten devrimlerin en büyüğü olarak nitelendirilen Cumhuriyetle ilgili böyle bir fikrin, M. Kemal’e onbeş sene milletvekili olarak hizmet etmiş, onun masa arkadaşı ve sırdaşı olmuş, kendi beyanıyla ona dil devrimini empoze etmiş, bütün devrimleri can u gönülden desteklemiş; Padişaha, Halifeye ve Müslümanlara gerici nazarıyla bakan bir şahıstan sudur edebileceğini düşünmek eşyanın tabiatına zıttır.
(Not: Çok zayıf bir ihtimal de olsa, Sayın Hatibin elindeki nüshada (Bateş Yayınları- s. 381)    baskı hatası var ise lütfen aynı eserin Pozitif Yayınlarından çıkan nüshasına (sayfa 443) bakılması)
Bu bahis TV-a arşivinde, 27 Ekim tarihli programın 3. parçanın sonunda geçiyor.)

Bu arada, adı geçen yazar, söz konusu eserinde M. Kemal’e ve devrimlerine büyük övgüler düzmekte, her vesile ile onun dehasını ön plana çıkarmakta, muhaliflerini küçümsemekle birlikte; yeri geldikçe de onu (devrimlerini değil) eleştirmekten ve kendince eksik yönlerini saymaktan da geri kalmamaktadır.
Meselȃ, Pozitif Yayınlarından çıkan kitaplığımda mevcut nüshada;
- 495. sayfada imar çalışmalarını anlatırken Ankara ve İstanbul’da milyonlar çalındığından bahisle, “M. Kemal ... şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”
- 540. sayfada dil ve tarih konusunu anlatırken, “M.Kemal de kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gibi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sürmekte, Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak yetişmiştir...
- 518. sayfada “...Atatürk’ün yetişme tarzından doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık.”
- 581. sayfada “Atatürk ... umumî kültürü ister istemez zayıf bir Osmanlı subayı idi...”
Kitapta, daha başka zaaflarından ve eksiklerinden söz edilmektedir. Denilebilir ki, yazar F.R.Atay, Kemalistler içinde M. Kemal’i en iyi anlatan kişidir.

Sayın ...,
Hoşgörünüze sığınarak, izninizle, bu noktada bazı düşüncelerimi dile getirmek isterim.  
Belki son derece mütevazi ve saygılı bir kişiliğe sahip olmanızdan dolayıdır. Konuğunuzu sürekli tasvip ve tasdik eder bir üslup içinde programı sunmaktasınız. Oysa biraz olsun sorgulayıcı olmanız ve yerine göre aykırı sorular sormanız beklenir. 
Malumunuz, bir insan ne kadar bilgili de olsa bazı şeyleri gözden kaçırmış olabilir. Program sunucusu biraz eleştirel olur ve sorgulama yapabilir ise herhalde konuşmayıcıya da yardımcı olmuş olur. En azından izleyici nazarında, hatibin olabilecek yanlışlarına ortak olmamış olur. 
Tasavvufta belki derviş teslimiyeti olabilir ama siyasî ve fikrî meselelerde olmaz, olmamalı..

Mesela, söz konusu programda dile getirilen ve sizin de onaylayıcı bir tavır gösterdiğiniz birkaç hususu dikkatlerinize sunmak isterim;
 - O tarihlerde herkesin Cumhuriyete taraftar olduğu fikri biraz araştırılırsa gerçeği yansıtmadığı görülecektir. Bu fikir bugün için doğru görülebilir ama o gün herkesin Cumhuriyetçi olması söz konusu değildir. O tarihlerde Padişah yurt dışına kaçmış olsa da çoğunluk yine de, en azından, Halifelik taraftarıdır ve Halifeye bağlıdır.
 - Programda Sayın Hatip tarafından,  M. Kemal’in iki kez kalp krizi geçirdiğinin gizli saklı tutulduğu ifade edilerek; onun güya hastalanmaz insanüstü bir varlık olduğu izlenimi verilmek istenmiştir, gibi bir iddiada bulunulmuştur.
Oysa, M. Kemal’in gayet hassas ve sağlıksız bir bünyesi olduğu; hatta, 1.Savaş esnasında dahi tedavi amacıyla Almanya’ya gönderildiği bilinmektedir. Mütareke döneminde, İstanbul’da Karabekir Paşa da, onu Anadolu'da başlatılacak bir harekete ikna etmek için Şişli'deki evinde ziyaret ettiğinde hasta yatağında yatmakta olduğunu, hatıralarında zikretmektedir. Söz konusu Çankaya kitabının 559. ve 560. sayfalarında 1924 ve 1927 yıllarında kalp krizi geçirdiği ve Almanya’dan iki doktor getirildiği açıkça yazılıdır. Yani bunun gizlenecek tarafı yoktur.
 - Programda, S. Demirel’le ilgili istihzai sözleriniz de herhalde ciddi bir tarih programına yakışmamıştır. Bunu, Demirel Cumhurbaşkanı iken TRT-1 de başörtülü öğrencilerle ilgili olarak sarf ettiği, talihsiz, “Suudi Arabistan’a gitsinler” sözüne rağmen (ki, o sözünü canlı yayında duyduğumda gayr-ı ihtiyarı ağzımdan sin gaflı bir laf çıkmıştı) söylüyorum. 
Demirel’in icraatlarını, döneminin şartları içinde objektif olarak değerlendirmek, daha doğrusu adil bir yargılama için hasenat & seyyiat dengesini gözetmek gerekir. Başbakanlık döneminde; (O tarihli Milliyet manşetlerinden"Zap Suyunda köprü yokken İstanbul’a köprü yapamazsın", "Keban’a zenginlerin fabrikaları için baraj yapamazsın" gibi, şiddetle karşı çıkışlara rağmen  bu ülkeye çok şeyler kazandırmıştır. 
Bir anlamda rahmetli Özal’ı da devlete kazandıran o dur. Çünkü, 1979 ara seçimlerinde Özal İzmir’den MSP adayı olmasına rağmen, seçimden sonra Hükümeti kurduğunda onu hem Başbakanlık Müşteşarı ve hem de DPT Müşteşar Vekili yapmıştı. 
Yanlışları yok mudur, elbette yığınla vardır. "Efendim, Müslümanları kandırdı oylarını aldı" denilir ise, cevabı: "Müslümanların aklı nerede idi, neden kandılar?" olur.. 
Bu arada, Demirel’in diyanetle ilgili yönünü birazcık tanımak için ise; eski D.İ.Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın “Zorlukları Aşarken” adlı hatıralarına göz atmak yeterlidir.  
 - Bir başka nokta; yine aynı programda, M. Kemal’in yetkilerinin genişliği anlatılmaya çalışılırken, Osmanlıda bu denli yetkiye sahip beş kişi var mıdır, şeklinde tereddüt ifade eden bir söz sarf edildi..  Bu ifadeyi de doğrusu yadırgamadım değil. Amir Temur, Hülagu, Cengiz gibi Türk Hakanlarının sınırsız yetkileri eleştirilebilir. Ve lȃkin Osmanlı Padişahlarının hiçbirinin, M. Kemal’in sahip olduğu şekilde, sınırsız bir yetkiye sahip olduğu söylenemez. Programda Yavuz adı zikredildi fakat o da herhalde önemli işlerde Şeyh-ül İslȃm'dan fetva almayı ihmal etmemiştir. Kaldı ki, onun sert mizaçlı otoritesi dikta değildi.. Hak hukuk şeriat tanımaz ise, hiç değildi.. Evet, devr-i saltanatlarında kafa kestiren Padişahlar kuşkusuz olmuştu ama onlar bunu saltanat yetkisi ile yapmışlardır, Cumhuriyet idaresi adı altında düzmece İstiklȃl Mahkemeleri ile yaptırmamışlardır. Bu bağlamda, tarihte çok Neronlar, Nemrutlar, Fravunlar gelip geçtiler, kendilerine başkaldıranları asıp-kestiler, aslanlara yem ettiler. Ancak, hiçbiri gariban bir köylüye şapka giymedi, yada ana dilini konuştu diye zulüm etmediler..    

Değerli .. Bey,
Tereciye tere satılmaz. Elbette bu hususları sizler daha iyi bilirsiniz. Ancak bu meseleyi bu kadar ciddiye almamın sebebi, Kemalist ideolojinin, en azından okuryazar zümrede, halen bu kadar taraftar bulmasının önemli bir sebebi; kanaatimce, muarızlarının karşı çıkışlarında olur olmaz, doğru yanlış iddialarının Kemalistleri bırakın caydırmayı, tersine, bağlılıklarını daha da artırmaktadır.
Konumuz olan meselede kaynak olarak gösterilen kitabı okumuş olan bir Kemalist, programda iddia edilen hususu gördüğünde takdir edersiniz ki başka söylenen doğruların da hiçbirini dikkate almayacaktır.

Samimi düşüncelerimi sunmak istedim. Takdir sizlerin

Selam ve saygıyla
Rafet Kalyoncu
Ankara

MEKTUBA GELEN CEVAP:
Aziz dost,
Badesselam
Son derece dikkatli, duyarlı ve bilgi dolu iletinizi aldım. Okudum. Gerekli 'ders'leri kendi payıma aldım. S. hocanın da dikkate alacağınızdan emin olmanızı dilerim.
Bilvesile en derin kalbî selam, hürmet ve muhabbetlerimi sunarım."

...

10 Kasım 2014 Pazartesi

FİLİSTİN MESELESİ


Cuma günü yolumuz Hacı Bayram’a düştü..

Namazdan sonra cami önündeki meydanda, bir grup tarafından düzenlenen, İsrail’in Filistin saldırısını telin gösterisi vardı..
Erkeklerden oluşan bir topluluk ve geri planda onların yarısı kadar kadın destekleyici.
Çoğunlukla siyah, tek tük yeşil renkli kelime-i tevhit bayrakları ve birkaç Filistin bayrağı..
Elinde megafonlu bir kişi topluma hitap ediyor.. Arka planda 8-10 kadar  polis memuru..

Buraya kadar her şey normal.. Normal olmayan bir şey var; ortada bir tek Türk bayrağı bulunmaması..
Öyle ki, kenarda birkaç bayrak satıcısının ellerinde de sadece Filistin bayrağı var.. Demek ki onlar da biliyor, Türk bayrağının alıcısı olmayacağını..

İster istemez akıldan geçiyor; acaba bu adamlar İŞİD sempatizanları mıdır? Görüntü o.. Gerçeği Allah bilir..

Elbette demokratik bir ülkede, kanun dairesinde, isteyen istediği gösteriyi yapabilir.  Ve lȃkin Türkiye sıradan bir ülke değil..
Her karış toprağı şehit kanları ile yoğrulmuş, sayısız medeniyetlerin gelip geçtiği bir yer burası..

Nitekim miting yapılan meydanın hemen yanında eski Roma İmparatorluğundan kalma Ogüst Tapınağının ayakta kalabilen bölümü, asırlara meydan okurcasına heybetle duruyor..

Hacı Bayram camii, hemen onun yanında, kalıntıları üzerine inşa edilmiş.. Tarihi tapınak harabeleri ile cami arasında Hacı Bayram Veli mütevazi türbesinde, manevi varlığını sürdürüyor.. Başkentin bir numaralı ziyaretgȃhı..

Bu ortamda, Türk bayrağının olmaması bir ihmalden çok, bilinçli olarak bayrak karşıtlığını gösteriyor.. Ellerindeki tevhit bayrakları da son derece kalitesiz bir bez üzerine derme çatma bir yazıdan ibaret.. Görünürde baş tacı ettikleri sembollere de saygı eksikliği var..
Ne diyelim Allah akıl fikir versin.. Memleket evlatlarına da uyanıklık.. Bu vatana düşman olanların sadece Hıristiyanlar olduğu sanılır..   Oysa İslȃm görünümlü olanlar daha az değil..

Bu noktada, Sultan Hamit’i rahmet ve minnetle anmadan geçmek vefasızlık olur.. Filistin topraklarına yerleşmek isteyen Siyonistlere hayır dediği için tahtı devrildi, ömür boyu göz hapsinde tutuldu..

Üstelik onu deviren İttihatçıları bu millete güya hürriyetçi, meşrutiyetçi diye de yutturdular.. 
Sonra ne oldu? İttihatçılar, meşrutiyet perdesi altında uyguladıkları tek partili baskı rejimi ile Sultanın istibdatını mumla arattılar.. Koskoca imparatorluğun yıkılışını hızlandırarak, beş- on yılda bitirip, soluğu Almanya’da aldılar..

Yukarıda dediğimiz gibi Türkiye sıradan bir ülke değil, hele de Filistin meselesinde hiç değil.. Türkiye Cumhuriyeti bunu idrak edebilseydi, İsrail’i katiyen tanımaz ve devlet olarak kabul etmezdi.. Nerede öyle bir şuur.. Tersine ilk tanıyan ülkelerden biri oldu.
Evet, Türkiye, 24 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. (Tüm ülkeler sıralamasında 38.)
Gelinen noktada, mevcut iktidar, canı yanan fakat hasmına gücü yetmeyen çocuklar gibi arada bir horozlansa da aldırış eden olmuyor..

Davos'ta İsrail Liderine, “one minute!” çeken Erdoğan’a karşılık Arapların tavrı açıktır: “Arap olmayanlar Filistin'e karışmasın!" Evet, Arap Birliğinin bu tavrı kesindir ve Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasıyla ilgilenmesinden ciddi rahatsızlık duydukları bellidir.
Gerçek olan şu ki; Türk devletinin İsrail’e karşı kesin tavrı ve Türk kamuoyundaki İsrail barbarlığına duyulan tepkinin; ne Arap devletlerinde ve ne de Arap kamuoyunda karşılığı yoktur. 

Arap halkları kuşkusuz İsrail’e tepkilidir ama demokratik olmayan ülkelerde halkın tavrının pratikte bir geçerliliği bulunmamaktadır. Mısır’da seçilmiş iktidarı deviren zorba yönetime Körfez ülkeleri 10 milyar doların üzerinde yardımda bulunabilmişlerdir.
Aynı Mısır, Gazze’ye ambargo uygulamakta israil’le adeta yarışmaktadır. Zavallı Filistin halkı bir yandan İsrail’in diğer yandan Mısır’ın baskısı altında ezilmektedir.

Açıkçası Arap siyasetçilerin İsrail’e bakış açısı, Türk siyasetçilerinki ile örtüşmüyor. Bir anlamda, Araplara göre Türklerin tavrı; hariçten gazel okumak, işlerine burnunu sokmak gibi değerlendiriliyor.

Nitekim, Davos’da Erdoğan’ın tepkisi ile karşılaşan İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres, 29 Arap ve İslȃm ülkesi Dışişleri Bakanlarının katıldığı, Abu Dabi’de düzenlenen Körfez Güvenlik Konferansı'na, telekonferans sistemi ile katılıp, bir konuşma yapmış ve konuşmacıların tamamı tarafından alkışlanmıştı. İşin garip yanı Türkiye bu konferansa davet edilmemişti. 


Diyeceğim odur ki: Türkiye, hamaset politikalarından vazgeçip, ayağı yere değen gerçekçi politikalar takip etmeli, kamuoyunu boş yere heyecana getirici içe dönük propagandalardan kaçınmalı, basın da halkı doğru bilgilendirmelidir.
Aksi takdirde, İslam ülkelerine dair politikamızın sonu, sürekli hüsran olmaktan kurtulamaz..