9 Haziran 2022 Perşembe

Mustafa Kemal hafız idi iddiası

 7 Haziran 2013, Pazartesi

Geçtiğimiz aylar içinde, bazı basın yayın organlarında, Mustafa Kemal’in hafız olduğuna dair bir iddia ortaya atıldı. İşin garip tarafı, hiçbir somut delil olmadan ortaya atılan bu kuru iddianın kaynağının; eskiden Kemalistler tarafından Atatürk düşmanı olmakla suçlanan Millî Görüş çizgisinde yer alan; şimdilerde siyaset -ticaret ve tarikat işlerini birlikte sürdürme becerisini gösteren ve sıradan Kemalistlerden daha hararetli bir şekilde M. Kemal’e övgüler düzen bir zat olmasıydı.¹

Söz konusu iddianın doğruluk derecesini araştırmak için Mustafa Kemal’in çocukluk dönemi eğitim hayatına bakmak gerekir. 

Mustafa Kemal’i en iyi tanıyan kişilerin başında kuşkusuz Falih Rıfkı Atay gelmektedir. Atay, Kurtuluş Savaşı sırasında bir gazeteci olarak İzmir’de tanıştığı M. Kemal’in, 1923’den 1938 yılında ölümüne kadar, milletvekili olarak kesintisiz on beş yıl süre ile yakınında bulunmuştur. 

Milletvekilliği yanında gazetecilik mesleğini de sürdürmüş, köşe yazılarında devrimleri savunmuş; yeni alfabenin kabulü ve uygulanmasında Dil Encümeni üyesi olarak görev almış; M. Kemal’in en yakın bir dostu ve sırdaşıdır. Bu itibarla, onun M. Kemal hakkında yazdıklarına, en azından M. Kemal’in sevenlerince itiraz edilmemesi gerekir. 

Atay, M. Kemal’le ilgili anılarını ve ondan duyduklarını birkaç kitapta toplamıştır. Bu kitaplardan en önemlisi Çankaya adını taşımaktadır. F. R. Atay, 1952 yılında Dünya gazetesinde yayımladığı Atatürk devri üzerine hatıralarını, 1968 yılında Çankaya adı altında kitaplaştırmıştır. 

Çankaya kitabında M. Kemal’in çocukluk dönemindeki eğitimi ile ilgili olarak; 

“Ali Rıza Efendi sağ iken bu orta halli ailenin başlıca kaygısı çocuklarını okutup yetiştirebilmekti. Mustafa yedi yaşına basınca ana baba arasında anlaşmazlık çıktı. Zübeyde Molla’ya göre oğlu ilahilerle Kasımpaşa semtine (Selanik şehrinde) yakın medrese ilkokuluna, babasına göre yeni usul eğitim yapan Şemsi Efendi okuluna gitmeli idi. 

Atatürk der ki:
− Nihayet babam bir kurnazlıkla işin içinden çıktı. Önce ilâhi ve alayla mahalle mektebine başladım. Biraz sonra Şemsi Efendi okuluna yazıldım…” ²


Bu mahalle mektebi meselesi, Amerika’da yüzyılı aşkın bir süreden beri yayımlanmakta olan “FORWARD” adlı yayın organının 28 Ocak 1994 tarihli nüshasında, yazar Hillel Halkin tarafında kaleme alınan bir makalede; 

“The Israeli Entsiklopediya Ha İvrit”  adlı ansiklopedi kaynak gösterilerek; -ansiklopedinin “Ataturk’s education = Atatürk’ün eğitimi” bölümünde-  şu şekilde anlatılmaktadır:
“My father was a man of liberal views, rather hostile to religion, and a partisan of Western ideas. He would have preferred to see me go to a lay school, which did not found its teaching on the Koran but on modern science. 
 “In this battle of consciences, my father managed to gain the victory after a small maneuver; he pretended to give in to my mother’s wishes, and arranged that I should enter the [Islamic] school of Fatma Molla Kadin with the traditional ceremony.
   “Six months later, more or less, my father quietly withdrew me from the school and took me to that of old Shemsi Effendi who directed a free preparatory school according to European methods. My mother made no objection, since her  desires had been complied with and her conventions respected. It was the ceremony above all which had satisfied her.” ³

Türkçe karşılığı:
 “Babam liberal görüşlü bir adamdı, dine oldukça karşıydı ve Batılı fikirlerin taraftarı idi. Öğretiminde Kur’ân bulunmayan, fakat modern bilimler üzerine eğitim olan yatılı bir okula gittiğimi görmeyi tercih ederdi.” 
“Bu anlaşmazlıkta, babam küçük bir manevradan sonra başarı kazandı; annemin isteklerine uygun gibi davrandı ve benim geleneksel törenle (İslâmî) Fatma Molla Kadın okuluna girmemi sağladı…
“Altı ay sonra, az ya da çok, babam beni sessizce bu okuldan geri aldı ve Avrupaî metotlara göre ücretsiz bir ilkokul olan Şemsi Efendi okuluna götürdü. Annem, isteklerine uyulduğu ve âdetlerine saygı gösterildiği için buna karşı çıkmadı. Daha önce yapılan tören onu tatmin etmişti.”

Bu iki kaynakta, Mustafa Kemal’in çocukluk çağındaki eğitimi ile ilgili hususlar örtüşmektedir. Görüldüğü gibi, hafızlık eğitimi aldığı iddiası tamamen gerçek dışıdır. 
Peki, bu durumda hafızlık yakıştırması nereden çıkmış olabilir, diye baktığımızda; bazı kaynaklarda, annesinin isteği ile verildiği mahalle mektebinin “Hafız Mehmet Efendi” adını taşıdığını görüyoruz. Her halde iddia sahibi, mektebin adından hareketle böyle bir iddiada bulunmuş olmalı; ya da mahalle mekteplerinde hafızlık eğitimin mümkün olduğunu düşünerek..

Gerçekte ise, Osmanlıda Mekteb-i Sıbyan da denilen mahalle mektepleri; okuma-yazma, bazı dinî bilgiler ve basit hesap işlemlerinin verildiği ilkokullardır. Gerçi bu okullarda, yetenekli çocuklara anne babalarının isteği üzerine hafızlık da öğretilirdi. 

Bu durumda, öğrenciden üç yılda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemesi istenirdi. 4
Fakat yukarıda açıklandığı üzere; M. Kemal’in, mahalle mektebine devam ettiği süre altı ay civarındadır. 

Bu sürenin, okumaya yeni başlayan bir çocuğun değil hafızlığı, Kur’ân’ı bir kez hatim etmesi için dahi yeterli olmadığı açıktır. 

Diğer taraftan, M. Kemal’le ilgili yazılan sayısız kitaplardan hiçbirinde hafız olduğuna dair ne bir bilgi ve ne de bir işaret vardır. Böyle bir eğitim almış olsaydı, en başta kendisinin bunu gizlemesi için bir sebep yoktu.

İddia sahiplerine söylenecek söz: Bilim haysiyeti, böyle bir iddiayı ortaya atarken geçerli delillerini de göstermeyi iktiza eder.

Dipnotlar:
1. http://www.anadoluhaberim.com/haber_detay.asp?haberID=5537
2. Falih Rıfkı ATAY,- ÇANKAYA s. 20, - Pozitif Yayınları)
3. By Hillel Halkin, When Kemal Ataturk Recited Shema Yisrael, January 28, 1994  From FORWARD, a Jewish newspaper published in New York   http://forward.com/
4. Prof. Yahya AKYÜZ, Türk Eğitim Tarihi, Pegem A.Yayıncılık.

25 Ocak 2021 Pazartesi

FAHREDDİN RAZI’NIN BİR BEYANININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

B.S.Nursi'nin Muhakemat adlı eserinde geçen, "Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur…" (Yani, Genel bir kural olarak; akıl ve nakil (ayet-hadis) çatıştıklarında akıl esas alınır, nakil tevil edilerek akla göre yorumlanır) ibaresi üzerinde etraflıca düşünülmesi gerekir..

Bakınız: Muhâkemat/Birinci Makale / Unsuru'l-Hakikat/Birinci Mukaddeme (erisale.com)

Bu sözün kaynağını bilmezdim. Müellif tarafından “genel kabul görmüş bir kural” olduğu ifade edildiğine göre, herhalde bu söz İslâm tarihi boyunca, İslâm aleminde geçerli bir kural olduğu gibi bir kanaate sahiptim..

Sonra aynı kuralın başka bir kitapta;¹

« … İslâm'da …“naklî ilim ile aklî ilim arasında zıtlık olur ise aklın icaplarını kabul ve nakli yorumlama gerektiği”ne göre bu nokta da körü körüne maziye bağlanmak istemekte bir isabet yoktu» şeklinde devrimleri savunma amacıyla kullanıldığını gördüm..

¹ "KARA DEFTER" Atatürk'ün Silah Arkadaşı İhsan Eryavuz Anlatıyor, Timaş Yayınları s. 24

***

Doğrusu, bu kuralın akla yatmayan/aklın kavrayamadığı bütün nakiller için geçerli olduğu hususunda tereddütlerim vardı..

Buna dair zamanla zihnimde bazı sorular oluşmuştu; Şayet bu kural her nakil-akıl çelişkisinde geçerli ise mucize ile ilgili nakillerin durumu ne olacaktı..

Öyle ya, mucize zaten aklı aciz bırakan hadiseler değil midir? Aklı aciz bırakan bir hadise akıl ile nasıl yorumlanabilir? Olacak iş değil..

Bu sorunun cevabının, müellif-i muhteremin Sözler adlı eserinde bulunduğunu gördüm.

Şöyle ki; Cennet bahsine dair 28. Söz’ün sonunda “… Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, 
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”

Evet, Müellif, şair Ziya Paşa’nın meşhur beytiyle zihnimdeki soruya cevap veriyordu..

Bakınız: Sözler/Yirmi Sekizinci Söz/Sual (erisale.com)

Demek ki, her şey akılla ispat edilemez ve yorumlanamaz.. Çünkü akıl ancak fizik alemine dair hadiseleri idrak edebilir.. Fizik ötesi hadiselere aklın gücü yetmez, onlar kalbin ve ruhun ilgi alanına girer..

İnançla ilgili her meselenin aklen ispat edilebileceğini iddia edenlerin kulakları çınlasın.. Onlara, üstün zeka sahibi B.S. Nursî dahi “bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.” diyor, derseniz boşuna..

Verecekleri cevap; "yanlış anlamışsın, onu başka şeyler için söylemiş, öyle demek istememiş, o her şeyi ispat etmiş, her meseleyi halletmiştir" gibi, gayr-ı ciddi tepkilerdir..  Konumuza dönersek..

Mevzubahis Kuralın Kaynağı: Araştırmam sonucu bu kuralın Büyük İslâm alimi Fahreddin Razı’ye ait olduğunu öğrendim. Daha doğrusu, ehl-i sünnet kelâmcıları tarafından geliştirilen bu kural, Fahreddin Razı ve onun yolunda gidenlerce genel bir hüküm haline getirilmiş..

Fahreddin Razı, Hicrî 6. Asırda (M.1149-1219) yaşamış.. Zamanındaki bütün din ve fen ilimleri ile meşgul olmuş, pek çok eser yazmış..

Bakınız: https://islamansiklopedisi.org.tr/fahreddin-er-razi

F.Razı'nın, Esâsü’t-taḳdîs” adlı eserinin üçüncü bölümünde; akıl ile naklin çelişmeyeceğini savunan ve müteşâbihatın te’viline karşı çıkan Selef’in (Hicri 300’den önceki alimler) görüş ve delilleri incelenmektedir..

Özetle; Akıl ile nakildeki zâhirî mânaların bazı hallerde çelişebileceğini prensip olarak kabul eden, bunun fiilen gerçekleşmesi durumunda da naklin akıl istikametinde yoruma tâbi tutulması gerektiğini ileri süren Râzî, Selef’in bu konuda takip ettiği katı “tevakkuf”¹ metodunu eleştirmiştir.

Bakınız/Kaynak: ESÂSÜ’t-TAKDÎS - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

¹ “Tevakkuf” meselesi için bakınız:

 TEVAKKUF - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

***

Peki bütün alimler bu kuralı geçerli kabul ediyor mu? Elbette hayır..

Meselâ İbni Teymiyye (1263-1328), “Akıl - Nakil Çatışması” adlı eserinde;

«Sarih nakil ile sarih aklın çatışmayacağını, aklın şeriatı anlamada büyük bir yerinin olduğunu fakat Hz. Ali'nin dediği gibi "Din, akıl ve re'y ile olsaydı mestlerin üstünü değil altını meshederdik" asıl olanın sahih nakil olduğunu, Resulullah'ın açıklamalarının tüm insanların açıklamalarından üstün olduğunu, insanların Usuli'd-din hakkında söylediği pek çok sözün Resulullah'ın getirdiği şeylere muhalif olduğunu, Usuli'd-Din'in bütün meselelerinin Kur'an'da ve sünnet'te tam olarak açıklandığını, aklî tezlerin farklılığının zihinlerin farklılığından kaynaklandığını, akıl ile naklin çatışması halinde sahih olan naklin alınması gerektiği delilleriyle açıklanmaktadır.»

Bakınız/Kaynaklar:  

1) “Akıl - Nakil Çatışması” -  İbn Teymiyye,  TEVHİD YAYINLARI

2) MUVÂFAKATÜ SAHÎHİ’l-MENKŪL - TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

3) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/308321 )

***

Netice-i Kelâm: Bediüzzaman Hz.lerinin eski dönem talebeleri, İşarat'ül İ'caz adlı eserinde ifade ettiğine göre son derece zeki idiler.. Hiç şüphesiz, aynı zamanda temel dini bilgilere de sahiptiler.. Elbette o insanlar bu tür metinlerin ne anlama geldiğini bilir, bu kuralları sınırları dahilinde kullanabilirlerdi..

Ancak günümüzde, yeterli temel dini eğitim almamış, Osmanlıca bilmeyen, okuduğunu anlamaktan aciz/Türkçesi kıt ama en kötüsü de bu durumunun farkında olmayan ve kendini alim sanan kişilerin eline bu tür ilmî metinleri verirseniz; yapacağı iş, yukarıda sözünü ettiğimiz, devrimleri savunmaya alet eden kişi gibi kendi aklına göre çok yanlış yönlere çekebilir.. 

O sebeple, buna benzer ilmî metinlerin mutlaka ehil kişilerce şerh edilerek yayımlanması gerekir diye düşünürüm..

28 Ekim 2016 Cuma

ABARTILI BİR HABERİN KAVGASI

Soner Yalçın, OdaTV haber sitesi’nin sahibi, Sözcü Gazetesinde köşe yazarı. Sol görüşlü.. Yayımlanmış birtakım kitapları var. En meşhuru, iki cilt halinde yayımlanan “EFENDİ” adlı iki ciltlik yayın.

“Beyaz Türklerin büyük sırrı” başlıklı, 600 sayfalık 1.cildi 2004 yılında; “Beyaz Müslümanların büyük sırrı” başlıklı, 500 sayfalık 2. cildi ise 2006 yılında Doğan Kitap’tan çıktı..

100’er bin adedin üzerinde baskı yapan bu yayınlar, Hürriyet Gazetesinin de desteğiyle medyada fazlaca ses getirmişti. Öyle ki, kitap alımında oldukça seçici davranan bendenizin kitaplığına dahi girmeyi başarmıştı..

Derken, tarih Profesörü Hakan Erdem, “TARİH-LENK” (yani “topal tarih”) adında, bir takım popüler kitaplardaki bariz yanlışları ortaya koyan bir inceleme eseri neşretti.

Üçyüz altmış sayfalık kitabın, 108’den 128’e kadar olan 20 sayfası  bu “Efendi”ye ayrılmış..


Prof. Erdem, istihzalı bir anlatımla, söz konusu kitaptaki yanlışları sıralayarak, sonunda; “kaynakların yetmediği yerde S.Yalçın’ın hayal gücünü kullandığı” kanaatini ifade etmektedir.
Tarih-Lenk'te Soner Yalçın'la ilgili bölümün son sayfası

Evet, kahramanımız engin hayal gücünü sadece on yıl önce yazdığı Efendi kitabında değil, Sözcü Gazetesinde ve sahibi olduğu OdaTV sitesinde yayımlanan günlük makalelerinde de kullanmaktadır.
Bunun en son örneğini, baştaki adreste yer alan,19 Ekim tarihli Sözcü Gazetesindeki “CHP’ye hayırlı olsun” başlıklı makalesinde görüyoruz.
Makalede, 17 Ekim tarihli Yeni Asya Gazetesinde manşette yer alan “Said Nursi uyarmıştı” başlıklı fabrikasyon haber(!) üzerine CHP’yi eleştirirken, doğrudan Said Nursi’yi hedef alıp, gerçeklerden uzak, hayal gücüne dayalı bir takım iddialarda bulunmuştur.

Yeni Asya’nın haberine fabrikasyon dememin sebebi; Muhabirin sorusuna geçmişte PKK’lıların avukatlığını yapmış, CHP’li Sezgin Tanrıkulu'nun verdiği cevap; ortaya söylenmiş, Said Nursi’nin adının geçmediği politik bir laf olmasına rağmen; gazete bunu alıp, solcu-Kürtçü bir adamı ve de Said Nursi’ye yapmadık zulüm bırakmamış, din karşıtı, lȃikliğin simgesi durumundaki CHP’yi parlatırcasına pembe bir tablo ile okuyucusuna yansıtmış olmasıdır.. 

Bizim hayalperest yazarımız işte bu abartılı haberi ciddiye alıp, CHP’yi eleştirmek bahanesi ile Said Nursi’ye olmadık iftiralarda bulunmuş..
Peki, haberin sahibi olan gazete buna karşı ne yapmış?

20 Ekim tarihli gazetede, haberin çok ses getirdiğinden övünçle bahsetmiş.. O haber vesilesi ile yüz binlerce sol okurun Said Nursi aleyhinde yanlış bilgilere maruz kaldığını gözardı ederek..
  
Gerçi, o yazıda "17 Ekim’deki Said Nursî manşetimiz birilerini çok rahatsız etmiş ve tepkilerini farklı adreslerde açığa vurmuşlar. Biz de bunlara twitter ve facebook’ta şu cevapları verdik" diyor, ama kendi okur kitlesinin bir kaç bini geçmediği, oysa aleyhte yazılanların yüzbinlere hitap ettiği ortada..
***
Sözcü Gazetesi (tirajı 300 bine yakın) dışında söz konusu menfi makaleye yer veren bazı yayınlar:
http://odatv.com/yeni-chpde-bir-bu-eksikti-1910161200.html
http://www.birgun.net/haber-detay/soner-yalcin-dan-said-nursi-tarifi-her-daim-kaypakti-132028.html 
Ayrıca, sayısız internet sitesi de yer verdi..
***
Said Nursi'yi siyasî polemik mevzuu yapmanın ne derece yanlış olduğunun muhasebesi yerine (belki farkında olmayarak)  CHP'yi parlatma yolunu seçmişler.
Evet aynen şöyle diyor:  "CHP’nin milletle barışmasının yolu Said Nursî ile de barışmasından geçiyor. Bu noktada Sezgin Tanrıkulu’nun yaklaşımı son derece olumlu"
***
Gelelim kahramanımızın söz konusu iddialarına
Evet, Soner Yalçın, Said Nursi’yi kastederek diyor ki; “Hakkında hep efsane anlatılıyor. Ben gerçekleri yazayım.” (Görelim bakalım efsane olan neymiş. r.k.)


(1) "Hangi yıl doğduğu kesin değil; 1870'li yıllar diyelim..."
(Said Nursî’nin Rumî 1293, Miladî 1878 yılında doğduğu kesindir)

 (2) "Eğitimine Molla Muhammet Emin medresesinde başladı. Çok sürmedi; kavga sonucu kovuldu. Ağabeyi Molla Abdullah'tan ders aldı. Ağabeyiyle kavga etti; ayrıldı. Şeyh Nur Muhammet'in yanına gitti; nedeni bilinmeyen bir sebeple atıldı. Bu arada… Gadya Köyü'nde arkadaşı Molla Muhammet'i bıçaklayıp kaçtı..."

(1890’lı yıllara ait çocukluk dönemini, tam da tarihçi Prof. Hakan Erdem’in dediği gibi, hayal gücünü kullanarak, sanki gözünün önünde cereyan etmiş gibi anlatıyor)


(3) "Gittiği Doğu Beyazıt'ta üç aylık ders sonunda Şeyh Muhammet Celali'den “icazet” aldığı söylense de bu doğru değildi..."
(Onbeş yaşlarında Doğu Beyazıt’ta Şeyh Muhammed Celalî Efendi'den icazet aldığı söylenti değil gerçektir.)
Esasen, Said Nursi'nin eğitiminin üç ay gibi kısa bir süre olduğu bilgisi doğru değildir. 
Kendisi dokuz yaşlarında eğitim için evden çıkmış ve kısa süreli kesintilerle bu eğitim, muhtelif medreselerde, değişik hocalardan ders almak ya da pek çok kitap okuyarak kendi kendine eğitim şeklinde, 14-15 yaşlarına kadar sürmüştür. 
Üç ay kaldığı Doğu Bayezid en son durak ve icazet -hocalık diploması- aldığı medresedir)

(4) "Bitlis'e döndü; ancak vali Şerif Rauf Paşa tarafından şehirde “fitne fesat çıkardığı” gerekçesiyle Şirvan'a sürüldü. Burada ilk kez bir öğrencisi oldu; Molla Cumhur. Yine nedeni bilinmeyen bir kavga sonucu Cumhur yaralandı. O, önce Tillo'ya sonra Cizre'ye gitti. Miran Aşireti'ne sığındı."
(Aynı şekilde, çarpıtma ve hayal ürünü senaryolar)

(5) "Sözüm ona ulema bulunmadığı için Van'a davet edildi. “Ulema yok” dedikleri Van'da meşhur din adamı Abdülhakim Arvasi yaşıyordu!"
(Ulema bulunmadığı için değil, çok genç yaşına rağmen mevcut ulema arasında fikirleri ile dikkat çekmesi ve öne çıkması üzerine Van’a davet edilmiştir. Abdülhakim Arvasi, Van merkezde değil,  o tarihlerde ulaşımı çok güç olan Başkale’de ikamet ediyordu. Ayrıca, Said Nursi, Arvasi gibi klasik medrese hocalarından farklı olarak, güncel meseleler üzerine kafa yoran, fikir üreten biri idi. Vali, Arvasi Hoca ile neyi tartışacaktı?)

(6) "Resmi tarihlerine göre, konağında kaldığı Tahir Paşa'yla “ilmi münakaşa” yaptı; İran'a geçip silahlanmaya başlayınca Tahir Paşa korkup af diledi; barıştılar!"
(Yine çarpıtma...)

(7) "Bir süre sonra İstanbul'a geldi. Amacı, II. Abdülhamit ile görüşmekti. Saray'dan kabul beklerken ne oldu dersiniz; tımarhaneye atıldı! Bitmedi…
 ... Meşrutiyet ilan edilip af çıkınca tımarhaneden kurtuldu."
(Tımarhane dediği, o zamanki adıyla “Toptaşı bimarhanesi” yani bugünkü Bakırköy Hastanesinin ilk teşekkülü..
Hastaneye doktor raporu ile girilir ve yine doktor raporu ile çıkılır. Afla ilgisi yok, orası cezaevi değildi. 
Ortada bir suç yok ki af söz konusu olsun. Yapılan iş baskıcı bir yönetimin idari tasarrufu idi.
İlginçtir; Abdülhamid dönemindeki baskıcı rejime başkaldıran Namık Kemalleri kahramanlaştıran sol kesim, sıra Said Nursi’ye gelince tam  tersi bir tavır sergilemektedirler..
(8) "Hemen… İttihat ve Terakki saflarına katıldı."
(Said Nursi, Meşrutiyeti destekledi fakat İttihatçıların yanlışlarını da eleştirmekten geri kalmadı, saflarına katıldığı doğru değil)

(9) "Çok sürmedi; İttihatçıların rakibi  İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ne katıldı; Ayasofya'daki gösterilerinde bulundu. 31 Mart gerici ayaklanmasına katıldığı gerekçesiyle arandı; İzmir'de yakalandı. 23 günlük tutukluluktan sonra salıverildi; çünkü duruşmada nasıl keskin bir İttihatçı olduğunu anlattı." 

(31 Martta yakalandığı yer İzmir değil, İzmit’tir. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı ne ise, makalede anlatılanların gerçeklerden uzaklığı da odur.
Sıkıyönetim Mahkemesinde yaptığı savunma, “Divan- Harbi Örfi” adında bir kitapçıkta yayımlanmıştır. Senaristimiz o kitapçığı okumuş olsa idi iddialarının gerçekle ilgisi olmadığını görürdü. Ayrıca hem İttihatçıların saflarına katıldı diyor hem de çok sürmedi İttihatçıların rakibi İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ne katıldı diyor.
Yazar Efendinin, Said Nursi'yi okumadığı gibi İttihat Terakki hakkında da yeterince bilgiye sahip olmadığı anlaşılıyor. Çünkü İttihatçıların, silah üzerine yemin ederek teşkilata katıldığını ve öyle canı istediğinde ayrılamayacağını bilmiyor)  

(10) "Askerlerin onayıyla kitap yazdı; Kürt derneklerine katıldı. İttihatçıların verdiği kimlikle Doğu'da propaganda gezileri yaptı."
(Hangi onayla hangi kitabı yazmış? Hangi Kürt Derneğine katılmış?
Doğuda propaganda gezisi dediği ise; aşiretlere Meşrutiyeti anlatarak, onların devlete başkaldırmalarının önüne geçmiştir. Bu husustaki fikirlerini, “Münazarat” adında bir kitapta neşretmiş olup, bölge sorunları dair dikkate alınması gereken önemli görüşler içermektedir)  

(11) "I. Dünya Savaşı başladığında Pasinler'de 300 Kürt'ün milis komutanlığını yaptı. Kanlı Ermeni tehcirinde neler yaptığının yazılmasını istemedi!"
(Yine uydurma bir iddia. Ermeni tehcirinde yanlış bir şey yapmadı.. Tersine, Ermeni kadın ve çocukların can güvenliğini sağlayarak, Ermenilere insanlık dersi verdi ve karşılığında onların da Müslüman kadın ve çocukları öldürmekten vazgeçmelerini sağladı.

(12) "Ruslardan kaçarken ayağını kırdı; ve haber gönderdiği Ruslara Bitlis'te teslim oldu. Vücudunda dört kurşun olduğu yalandı. Tıpkı dört duvarlarla çevrili Rusya'daki esir kampından firar ettiği yalanı gibi! Doğrusu, Brest Litovsk Antlaşması'yla teslim edildi."
(Senarist arkadaş, herhalde bunları aynaya bakarak yazmış. Düpedüz yalan söylemiş;
Bir defa kaçarken değil, savaşırken.. 
Vücudunda dört kurşun olduğunu kim uydurmuş?
Brest Litovsk Antlaşması, Rusların Almanlarla yaptığı barış anlaşmasıdır. Fakat öyle bir ifade kullanmış ki, bilmeyen de sanki Ruslar ellerindeki esirleri salimen teslim etmiş sanır. Oysa, 1.harpte Ruslara esir düşen Osmanlı askerlerinin çoğu hastalık ve açlıktan ölmüş, birçoğu oralarda kalmış, yarıdan azı vatana dönebilmiştir. 
Bediüzzaman da teslim edilerek değil, kaçarak yurda dönmüştür.      

(13) "Savaş bitip, savaş suçları mahkemesi kurulunca İttihatçılara düşman oldu. Şaşırtıcı değildi; yaşamı boyunca devlet otoritesi karşısında her daim kaypak bir taktik yürüttü."
(Sadece bilgisizce değil, ahlȃksızca! bir iftira..
Tam tersi; Said Nursi, hayatı boyunca her devirde, haksızlıklar karşısında otoriteye boğun eğmemiş, net bir tavırla mücadele etmiştir. Bunu anlamak için; ömür boyu maruz kaldığı sürgünler, mahkemeler ve cezaevleri yeterlidir.. )  
(14) "Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı'nı kazanınca 17 Kasım 1922'de Ankara'ya gitti. Selahattin Eyyubi'ye benzettiği Mustafa Kemal'e “hilafeti siz devralın” önerisinde bulundu."
(Said Nursi, milli mücadele hareketini kazanılınca değil, baştanberi desteklemiştir. Yanlış bir tavrı olmamıştır.)

(15) "Ankara onun her devrin adamı olduğunu anlayarak yüz vermedi. Beş ay sonra Gebze trenine binip gitti.
İstanbul'daki bir yıl üç ayı kayıptı; ne yaptığı hiç açığa çıkmadı. Sadece, Kürt Azadi örgütü çalışmalarına katıldığı biliniyor. Teşkilat çalışmaları için 1924'te Erzurum'a, Van'a gitti.
Şeyh Said isyanına katılıp katılmadığı ortaya çıkarılamadı.
Kürt örgütüne üyeliği nedeniyle sürgüne gönderildi"
(Peşpeşe sıralanmış kuyruklu yalanlar. Her devrin adamı olduğu iddiası, yukarıda belirtildiği gibi, çirkin bir iftiradır.
Yazar Efendi, Said Nursi’nin Kürtçülük hareketlerine kesinlikle karşı çıktığından habersiz olduğu gibi; M.Kemal’in, Said Nursi’nin talebi üzerine, Van’da bir üniversite kurulması için 1.Mecliste verilen kanun teklifine imza attığından da habersiz..
Ayrıca, hangi Kürt örgütüne üye imiş? Yalanın bu kadarı da çok fazla!)
(16) "Burdur'da ilk görüştüğü kişi Binbaşı Asım oldu; ve yakın çevresinde sürekli -Albay Hulusi Yahyagil ve Yüzbaşı İ. Hakkı Bayraktaroğlu gibi- subaylar bulunacaktı. (Isparta'daki Tugay Komutanlığı'na yapılacak caminin temel atma törenine bile davet edilecekti.)
Çevresini hep büyüttü. Örneğin…
Yargılandığı Denizli Mahkemesi'nin Ağır Ceza Reisi Ali Rıza Balaban 1907'den beri müridiydi! Mahkemenin diğer üyesi Hesna Şener, müritlerinden Ali İhsan Tola'nın akrabasıydı. Tabii ki beraat etti!..
(Said Nursi, tarikat şeyhi değildi ki, müridi olsun..
O bir Hoca idi. Hocanın talebesi olur. Değişik mesleklere mensup insanların onun fikirlerine ve eserlerine sempati duyması eleştiri değil, takdir konusu olmalı..
Ayrıca o, sadece Denizli Mahkemesinden değil, yargılandığı birçok mahkemeden beraat kararı almıştır. Çünkü ortada suç unsuru olacak bir şey yoktur. Eskişehir gibi bazı yerlerden aldığı basit cezalar ise zorlama sonucu verilen kararlardır)  

(17) "Atatürk vefat edince “insaflı CHP'liler”den saydığı İsmet İnönü'ye yaklaşmak istedi. Umduğunu bulamadı. İktidara gelen DP ile de ilişkileri bir iyi bir kötü oldu."
(Saçma bir iddia! İnönü döneminde sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye sevkedilmiştir (Kastamonu-Denizli-Afyon-Emirdağ vs.). 
İnönü’nün insaflı olduğunu ve Said Nursi’nin ona yaklaşmak istediğini kim söylemiş, bunun kanıtı nedir?
Said Nursî, Abdülhamt’ten M.Kemal, C.Bayar ve rahmetli Menderes’e kadar tüm liderlere, mektuplar yazarak uyarılarda bulunmuş, hatta CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’a dahi samimi düşüncelerini ihtiva eden mektup yazdığı görülmektedir. 
Yazar efendi, herhalde onun din ve millet için yaptığı bu girişimlerini çarpıtmaktadır.
 
(18) "II. Dünya Savaşı'nda Hitler'i destekledi; kazanması için dua etti."
(Bu iddia, daha önce, ateist yazar Ayşe Hür tarafından da ileri sürülmüştü.
İddianın kaynağı herhalde Said Nursi’nin eserlerinden Kastamonu Lahikasında yer alan, ikinci dünya savaşının ilk yıllarında yazılan bir mektup olsa gerek..*
 * http://www.yeniasya.com.tr/risaleinur/kastamonulahikasi/#99/z  (sayfa 99-102)
O mektupta, cereyan eden savaşla ilgili analiz yapılarak; devlet ismi verilmeden,  Almanya’nın Rusya ve İngiltere karşısındaki tutumu ve başarısından olumlu şekilde bahsedilmektedir.
Buradan hareketle onun Hitler’i desteklediği ve kazanması için dua ettiği hükmünü çıkarmak doğru değil. Çünkü, o analiz konjoktüreldir.

Şöyleki:
1- O tarihte, Hitler’in gerçek yüzü ortaya çıkmamış; yani, canavar yüzünü henüz göstermiş değildir. 
   Ayni şekilde; Musolini’nin de faşistliği, en azından İtalya dışında, henüz tescil edilmiş olmayıp; Vatikan kanalıyla sanki Hz İsa’nın dinini temsil ediyor pozisyonundadır  
2- Almanya, o yıllarda, başta sömürgeci İngiltere’nin ve zalim Stalin’in Sovyet Rusya’sının karşısında suret-i haktan görülmektedir.
3- İngilizlerin ve Rusların zulmü altında bulunan İslȃm dünyasının çok büyük kısmı, Almanya’yı adeta kurtarıcı gibi görmektedir.
4- Savaşın ilk yıllarında, Almanların mutlak üstünlüğü, hep öyle devam edecek gibi görülmektedir.
5- Oysa, ilerleyen yıllarda, Almanya cephedeki üstünlüğünü yitirdiği gibi, geçen  zaman içerisinde Nazilerin, zulüm ve fenalıkta sömürgeci İngiliz'den ve Komünist Stalin'den geri kalmadığı görülmüştür.

Netice itibariyle; Kastamonu Lȃhikasında o tarihte yapılan o analizin isabetli olmaması Said Nursî için bir nakise değil, o günlerde cereyan eden hadiselerin tesiriyle yapılmış bir tahlildir.. 
Sosyolojik hadiselerin tahlilinde, büyük alimlerde de bazen hasbel beşer yanılgı olabilir.. Yanılmazlık, ancak Allah'a mahsus bir sıfattır..
Bu noktada; yayıncıların o gibi konjoktürel bahisleri şerh düşmeden, açıklama yapmadan okuyucuya sunmaması gerekir. O tür bahislerin aynen neşrinde, muarızların eline koz vermekten başka bir yarar olmadığı açıktır.

Kanaatimce, bu eserleri okuyan Said Nursî bağlıları/Risale-i Nur talebeleri, herhangi bir sorgulama yapmadan okudukları için, muarızların gördüğü noktaları görememektedirler. 

Bu durumda, bu tür eleştirilerin önüne geçilemeyeceği gibi, külliyatın tümü göz önüne alındığında, önemsiz kalan böyle meseleler yüzünden, çok mühim olan bahislere de şüphe nazarı ile bakılmasına yol açılmaktadır.
Bu noktada gerekli açıklama ve tashihler için, naşirlere önemli görev düşmektedir.
    
(19) "Kazanan ABD'nin yanında yer aldı. Ortak düşmanları aynıydı çünkü; solcular!
Bu nedenle… Vatikan'la bile 1951'de ilişkiye geçti; mektup yazdı. Fener'deki Rum Ortodoks Patrikhanesi'ni ziyaret etti.
CENTO'yu, NATO'yu destekledi. Kore'ye asker gönderilmesini savundu. “Dinsiz solculara karşı dindar Hıristiyanlar” ile işbirliğinden yanaydı. Karmaşık ilişkiler kurdu. Örneğin… Denizli'de zirai ilaçlama yapan ABD'li pilot Taylor ile sık sık görüşüyorlardı. Hedefleri aynıydı; solcular!"
(Karmaşık ilişkiler kurduğu iddiası tamamen zırvadır. Denizli’de hapiste idi, Amerikalı bir pilotla sık sık görüştüğü iddiası inandırıcı değil. Hapiste olan ve dışarıda olduğunda da sürekli polis takibinde olan bir kişi Amerikalı bir pilotla hem de sık sık nasıl görüşebilir?
Bu hadisenin aslı astarı nedir, doğrusu belli değil..
Elbette, Said Nursi’nin Komünizme karşı olmasını bir solcunun hazmetmesi beklenemez.
Stalin’in katlettiği milyonlarca mazlumun ahı, bu gibi solcu yobazların utanması için herhalde yeterli olur) 

(20) "Öyle bir masal yazılıyor ki, kimileri inanıveriyor. Hakan Yalman adındaki müridi, Quantum Fiziği ve Bediüzzaman- Gecikmiş Bir Nobel Talebi diye kitap bile yazdı!"
(Said Nursinin müridi olmadığı yukarıda ifade edilmişti. Birilerinin yazdığı kitap onu bağlamaz.)
Esasen; Said Nursi'nin dini ilimler yanında, gençlik döneminde müspet ilimlerle de meşgul olduğu biliniyor. Fakat, ne Risale-i Nur eserleri ne de bir başka dinî eser, fen kitabı değildir. 

Dinî eserlerde fen konuları genel hatları ile ve kȃinatın sanatkȃrının sanatı olma yönüyle yer alabilir, o durumda faydalı da olabilir.

Fakat, fennî teori ve bilgilere din kitaplarında yer verilmesi doğru değildir. Çünkü o teori ve bilgiler o gün için doğru olsa bile, zaman içinde değişebilir, çürütülebilir veya aksi ispat edilebilir. O durumda insanların, aynı eserlerdeki mutlak doğrular hakkında dahi şüpheye düşmesine sebep olur.
Bu noktayı dikkate almak gerekir.


(21) "Nobel'e aday gösterilen bu kişi; 346 kişinin öldüğü 1943'teki Adapazarı depreminin, şehirdeki kızlı erkekli oynanan tiyatrodan kaynaklandığını söyledi! Kadınlar hakkında yazdıklarından hiç bahsetmeyeyim."
(Said Nursi, kadınlar hakkında kötü bir şey yazmamıştır. Kadın veya erkek ahlȃksızlık yapanlar hakkında bazı şeyler yazmıştır.
Onun eserlerindeki depremle ilgili bahisler için yapılan tenkitleri de yukarıda Hitler için yapılan tenkitlere paralel değerlendirmelidir. 
Deprem gibi afetlere bakış açısını irdelemek gerekirse; materyalist birinin bakışı, bu gibi hadiselerin tamamen fiziki ve doğal olduğu; tümüyle tesadüfe bağlı cereyan ettiği yönündedir.
Bazı dindar ve muhafazakȃrlara göre ise bu gibi hadiseler, insanların günahları ve isyanları sebebiyle Allah’ın onları ikazı ve cezalandırmasıdır.*
Bir değerlendirme
Kanaatimce, bu bakış açılarının biri tefrit, diğeri ifrattır.
Çünkü materyalistler, kȃinatı sahipsiz varsayıp, cereyan eden hadiselerin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğine inanırken; muhafazakȃrlar ise sanki kendileri imtihandan muafmış gibi, kendilerini tribündeki seyirci yerine koyup, depremleri Allah’ın diğer insanları ikaz ve cezalandırması gibi görmektedirler. 
Şayet dindar bir kişi, kendisi dahil, herkesi kastederek; “Allah bizi ikaz ediyor” demiş olsa; ‘teslimiyettir!’ der, saygı duyarız, ama “Allah şunları ikaz etti, cezalandırdı” gibi hakem rolü üstlenip, Allah adına konuşması cüretkȃrlıktır, teslimiyetle ilgisi yoktur.
Menkıbe olarak anlatıldığına göre; Hz. Ömer zamanında meydana gelen bir deprem üzerine koca halife, “deprem şu şu sebeple olur, ben tövbe ediyorum siz de tövbe edin” demiş.. Yani kendini hariç tutmamış.. İşte teslimiyet budur..
Said Nursî gibi (Mevlȃna, İbni Arabi, İmam Gazali vs.) velî (Allah dostu) olan kişiler; hangi şartlar ve duygular altında, ne maksatla ve hangi makamda söylendiğini bilemediğimiz bazı şeyler söylemiş olabilirler..
Söylediklerinin mes'uliyeti kendilerine aittir. O noktada bizim o sözlerin zahirine bakarak onları yargılamamız doğru olmadığı gibi, onları taklit ederek aynı şeyleri söylememiz de doğru olmaz..

Onlar o sözlerinden masum olabilirler. Fakat, elifi görse mertek sanan bir kısım kişilerin, ortaya çıkıp aynı mertebedeymiş gibi ahkȃm kesmeleri ifrattan öte haddi aşmak olur..
Kaldı ki, depremlerle ilgili istatistiklerden bîhaber verilen hükümler bilgisizlik göstergesi olmaktan öteye geçmez..
Kısacası, Said Nursi’ye yapılan bu tür eleştirilerin önünü kesecek tashih görevi naşirlere düşmektedir..
(22) "Nurcu Yeni Asya gazetesi muhabiri, bir panele katılan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve HDP Milletvekili Mithat Sancar'a Said Nursi'yi sordu. (Aynı soru AKP'li Ensarioğlu'na da sorulmuş ve Said Nursi için müspet şeyler söylemiş ama yazar o kısmı görmemiş
Yeni Asya'nın manşetinde yer alan habere göre; HDP'li Mithat Sancar, Said Nursi sorusuna cevap vermezken, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu şöyle dedi:
“Birçok aktör var, alim var. Doğru zamanda doğru şeyler söylemiş birçok alim var. Bunların birikimlerinden yapıcı bir biçimde yararlanmak lazım. Yol gösterici olması bakımından bu önemli bir husus.”
(Görüldüğü gibi, CHP'li şahsın cevabında Said Nursi adı geçmiyor. Sorulan soruya, suya sabuna dokunmayan türden, politik bir cevap veriyor.
Fakat bu sıradan sözler dahi, sol kesimce hazmedilemiyor ve bu vesile ile Said Nursi aleyhine olmadık iftira ve karalamalar yapılıyor.)

Netice-i kelȃm: Said Nursi gibi alimler, taraftarlarınca siyasî polemik konusu yapılmamalı; şahısları değil, eserleri ön plȃna çıkarılmalı ki, İslȃm karşıtlarına fırsat verilmiş olmasın.
Herhangi bir şekilde onlara karşı iftiralar atılmasına sebep olunur ise, buna sebep olanların o iftiralara karşı gereken cevabı vermesi gerekir.

Yeni Asya camiasında eli kalem tutan, bu konularda bilgi sahibi insanlar mevcuttur. 
Said Nursi aleyhinde medyada yer alan olumsuz yazılara, sadece Müfit Yüksel'in beyanatıyla yetinmeyip,  etraflı şekilde cevap vermeleri beklenir..

Önemli Not:
CHP'nin Said Nursi ile barışması, eşyanın tabiatına zıttır. Böyle birşeyi beklemek, olmayacak duaya amin demek gibidir.
Bunun olabilmesi için, ilk önce kurucu liderlerinin ilkelerinden vazgeçmeleri, altı oku değiştirmeleri gerekir..

CHP demek, M.Kemal demektir. CHP var oldukça bu durum değişmez. Aksini beklemek, temenni etmek abesle iştigaldir. 

M.Kemal'e ve S.Nursi'ye (yani onların fikirlerine, felsefelerine, dünya görüşlerine) aynı anda olumlu bakmak; zıtların tevhidi gibi mantıken mümkün olmayan bir husustur.