29 Ekim 2014 Çarşamba

İslâmcı partilerin iktidarı ve Yüzde altmış-yetmiş meselesi

Not: Bu yazı 28.08.2013'de yayımlanmıştır.

İslâmcı partilerin iktidarı
Mısır’da, Müslüman Kardeşlerin darbe ile iktidardan uzaklaştırılması sonucu, karşılaştığımız üzücü tablodan; Bediüzzaman Hz.lerinin, 1950’li yılların başında mevcut siyasi partileri analiz eden, Emirdağ Lahikası’ndaki beyanı üzerinde tekrar düşünme ihtiyacı doğmuştur.   

Bediüzzaman, söz konusu eserde; şimdilik kaydıyla, ülkede dört parti bulunduğundan bahisle; bunları: Halk, Demokrat, Millet ve İttihad-ı İslâm Partileri olarak sıralamakta ve İttihad-ı İslâm Partisi’nin iktidara gelmesini belirgin bir şarta bağlamaktadır.
Bu şartı belirten ifade aynen şöyledir: “... İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”  

Son derece dikkat çekici olan bu ifadeyi tahlil etmeye çalışalım:

1- Emirdağ Lahikası’nın II. Bölümünde yer alan bu metnin yazılış tarihi belirtilmemiş olmakla birlikte; yazının sonunda yer verilen Haşiye’de geçen “Eskilerin... , belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır cezalarını dindar Demokratlara yüklememek... çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum: ...” şeklindeki ibareden; söz konusu Ticani Davası 5 Mart 1952 tarihinde karara bağlandığına göre, yazının bu tarihten önce kaleme alındığı anlaşılıyor. Yazı konusu itibara alındığında ise; büyük bir ihtimalle, 16 Eylül 1951’de 17 ilde yapılan Milletvekili ara seçimlerinden önce yazılmış olduğu söylenebilir. 

2- 1951 yılında, yazıda geçen diğer üç parti isimleri ile aynen mevcut olduğu halde; İttihad-ı İslam namında bir parti bulunmamakta idi.. Gerçi emekli asker Cevat Rıfat Atilhan’ın 1951’de kurduğu ve 1952’de kapatılan, “İslam Demokrat Partisi” adında bir parti mevcut idi ama bu parti daha çok Yahudi karşıtlığı (Anti-Semitist)  bir anlayışa sahip olup, İttihad-ı İslam düşüncesini temsilden uzaktı. Ayrıca, İttihad- İslam Partisi ile ilgili ikazın sonunda “...şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” ifadesinden; kastedilen partinin söz konusu İslam Demokrat Partisi olamayacağı açıktır. Çünkü hiçbir siyasi etkinliği olmayan o partinin iktidara gelemeyeceği zaten bilinen bir husustu.

3- Bu noktada; “Gerçekte mevcut olmayan bir partiye yazıda neden yer verilmiştir?” Sorusu, akla gelebilir. Yazının başlığındaki “Kalbe İhtar Edilen İçtimai Hayatımıza Ait Bir Hakikat” ifadesinden anlaşılan; bu yazı, topluma bir uyarıdır. Kanaatimce, bu uyarı sadece Türk toplumu için değil ve fakat aynı zamanda bütün İslam Alemi için geçerlidir. Çünkü İslam toplumlarında, fiziki olarak bu ad altında bir siyasi parti bulunmasa dahi, potansiyel olarak, “İttihad-ı İslam” manasında bir siyasi anlayış her zaman vardır. İşte, yazıda bu siyasi anlayış, geleceğe yönelik olarak ikaz edilmektedir.

4- Yapılan bu ikazda; İttihad-ı İslam manasındaki bir partinin iktidara gelmesi, önemli bir şarta bağlanmakta ve “...İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.” denilmektedir. Diğer bir ifade ile halkın yüzde altmış-yetmiş oranında yani üçte iki çoğunlukla dini hassasiyet kazanmadan, iktidara talip olunmaması tavsiye edilmektedir.

5- Dikkat edilirse, bu cümlede geçen; “yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartı”,  mutlak bırakılmıştır. “Yüzde altmış yetmişi...” ifadesi ile halkın mütedeyyin olması mı yoksa parti kadroları mı kastedilmektedir? 
Cümledeki mutlak ifadeden, bu şartın her ikisini de kapsadığı söylenebilir.
Bu durumda, İttihad-ı İslam manasındaki bir partinin, dini siyasete alet etmeye mecbur kalmadan iktidar olabilmesi için hem parti kadrolarının ve hem de halkın yüzde altmış-yetmişin tam mütedeyyin olması lüzumu, ön şart olarak karşımıza çıkmaktadır.  
İkisinden birinin bu şartı taşımaması halinde iktidar olunduğunda, olumsuz tabloların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Böyle bir tabloda, her şeyden önce İslam zarar görecek; dine hizmet etmek yerine, zarar verilecektir.

6- Evet, halkın mütedeyyin olması yanında parti kadrolarının da mütedeyyin olması, pratikte çok daha önemlidir. Tam mütedeyyin olan yani dinin emir ve yasaklarına inanan ve inandığı gibi yaşayan bir siyasetçi; gerçekleştiremeyeceği afaki vaatlerle halkı aldatmaz, yalan söylemez; siyaseti makam-mevki ve menfaat aracı değil hizmet aracı olarak görür; rakiplerine iftira ve hakaret etmez; kendilerine oy vermeyenleri dinden sapmakla itham etmez, edemez.

7- Bu satırları yazarken, geçmişte Adalet Bakanlığı yapmış olan bir zat-ı muhteremin, bir televizyon kanalında siyasi mefahirlerini anlatırken; koalisyon ortağı oldukları Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde (1975 veya 1977) Süleyman Demirel’in, Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatına üye olmasına, laikliği gerekçe göstererek karşı çıktığını, güya, merhum Erbakan Hocanın ısrarı üzerine üyeliğin gerçekleştiğini ifade etmesini, hayretle izledim..
Oysa Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatının (eski adıyla İslam Konferansı örgütü) kurucu üyesidir. Bu üyelik, 1969’da Demirel’in Başbakanlığı zamanında gerçekleşmiştir. Bir Müslüman, siyaset uğruna neden böyle bir yalana tevessül eder, anlaşılır gibi değil..
İşte, tam mütedeyyin bir siyasi, böyle gerçek dışı bir beyanda bulunamaz. Tamam, Demirel’in veya diğer siyasi rakiplerimizin yanlışlarını eleştirelim ama yaptıkları hizmetleri de inkar edip kendimize mal etmeyelim.

Son bir not: Geçmişte, bizdeki siyasilerin tüm yanlış, tahrik ve tutarsızlıkları 28 Şubat darbesine haklılık kazandırmadığı gibi, Mısır’da veya bir başka İslam ülkesindeki siyasilerin hataları da oradaki darbelere mazeret olamaz. O başka bir meseledir. Burada dikkat çekmek istediğim husus; sosyal hadiseler, belli kanun ve kurallar dairesinde cereyan ederler. O kurallara uymak gerekir.


Bediüzzaman Hz.leri, dindarlar açısından, siyasetle ilgili çok önemli bir kuralı ortaya koymuştur. İttihad-ı İslam manasındaki bir siyasi partinin, iç ve dış muhalifler karşısında ayakta kalabilmesi ve iktidarını sürdürebilmesi için bu kuralın gerektirdiği şartları dikkate alması icap eder. 
Bu şartların sağlanamadığı durumlarda; parti olarak ortaya çıkmak yerine, İttihad-ı İslam fikrine sahip, yetenekli ve birikimi olan kişilerin, münferit olarak, demokrasiye inanan kitle partileri içinde siyaset yapmaları daha gerçekçi olacaktır..
**********
Not: Bu yazı 24.09.2013'de yayımlanmıştır.
Yüzde altmış-yetmiş meselesi
“İslâmcı partilerin iktidarı” başlıklı yazımızda, İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir.” ibaresindeki, mütedeyyinlik oranının, hem halk ve hem de parti kadroları için geçerli olduğunu ifade etmiş, sebebini izah etmeye çalışmıştık.
Bir okuyucumuz, e-posta göndererek, bu oranın sadece halk için olduğu, parti kadroları için olmadığı, özetle “... İslam’ı başa geçirmeyi hedefleyen bir partinin kadrosu, kırk sene evvel de yüzde yüzüne yakını mütedeyyindi, bugün de...” şeklinde görüş bildirerek,  düzeltme yapmamızı talep etmiştir.

Okuyucumuza hassasiyetinden dolayı teşekkür ederek; oluşabilecek tereddütleri gidermek babında, bazı hususlara açıklık getirmeye ihtiyaç duyuldu. Söz konusu yazımızda, 5. sırada ifade ettiğimiz hususların tekrarına girmeden, meseleye bir başka açıdan bakmaya çalışalım.

İlk olarak; “Tam mütedeyyin olmaktan,” neyi anlamalıyız:  Bilindiği gibi, dini vecibelerini yerine getiren, yani farz ve vacipleri eda edip haramlardan sakınan ve sünnete riayet eden bir insan, dindar, mütedeyyin olarak kabul edilir. Burada “tam mütedeyyin” denildiğine göre, bu vazifelerin eksiksiz yapılmış olması anlaşılır.

Bununla birlikte, iktidara gelen mütedeyyin siyasȋlerden; kamuya ait makam ve imkȃnların dağıtımında liyakata, hakka- hukuka riayet etmek; akçalı- şaibeli işlere bulaşmamak; siyaseti menfaat aracı değil  hizmet aracı görmek; kendilerini hakkın yegȃne temsilcisi vehmederek, diğerlerini batılla itham etmemek; parti menfaatini değil, kamu menfaatini ön planda tutmak; ayırımcı olmayıp bütün milleti kucaklayıcı olmak; söylemlerinde “sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz” düsturuna dikkat ederek kavgadan ve cidalden uzak durmak gibi davranışlar beklenir.

İkinci olarak; Parti kadroları, deyiminden neyi anlamalıyız: Malum, Türkiye’de yönetime talip olan bir siyasȋ partinin her şeyden önce tüm ülke genelinde; 81 il,  900 civarında ilçe ve 2000’e yakın beldede teşkilatlanması gerekir. Tüm bu teşkilatların kurulabilmesi için gerekli eleman sayısına, belediyeler ve il genel meclisleri için icabeden kadrolar eklendiğinde, on binlerce kişinin parti bünyesinde resmen ve fiilen görev alması söz konusudur.  

Bu noktada; mütedeyyin olmayı, sadece ibadet bağlamında, yani “ferȃizi eda ve kebȃirden içtinab” şeklinde kabul etsek dahi, partinin aktif siyasi kadrolarını oluşturan on binlerce kişinin, tam mütedeyyin olması ne derece mümkündür? Bu kadar geniş bir kadronun tümüyle tam mütedeyyin olabileceğini düşünmek, ülke gerçekleri ile bağdaşmıyor. İyimser bir tahminle, parti kadrolarının da ancak halkın bütünü için öngörülen oranda mütedeyyinliği söz konusu olabilir. Esasında o orana dahi ulaşılması zordur. Çünkü bilinen o ki; kendi halinde yaşayan dindar insanlar siyasete girmekte pek fazla istekli olmayıp, idealistler ve menfaatperestler siyasete  atılmaya daha heveslidirler.
Hatta Alman diktatörü Hitler, Kavgam adlı kitabında; “Partiler önce idealistler tarafından kurulur, iktidara yaklaştıkça menfaatçiler dolmaya başlar, iktidara geldiklerinde artık idealistler azınlıkta menfaatçiler çoğunluktadır. Bunu bildiğimiz için Nasyonal Sosyalist (NA-Zİ) Partisinin kapılarını çok sıkı tuttuk, gelen herkesi içeri almadık.” der. Onun zalimliği bir tarafa, bu söylediği, siyaset aleminde bir realitedir. Ayrıca, insanlık tarihinin en mümtaz topluluğu olan Sahabelerin arasına bile münafıkların sızdığı göz önüne alınırsa, dünya hırsının hȃkim olduğu bu asırda, siyasȋ bir topluluğun bütünüyle tam mütedeyyin olması mümkün olabilir mi?

Üçüncü olarak; Risalelere baktığımızda, Bediüzzaman, bu gibi tavsiyelerini belli şartların oluşmasına bağlamaktadır. Meselȃ, 27. Sözün Hatimesinde, mezheplerin birleştirilmesi ile ilgili olarak; “Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.” diyor.
Dikkat edilirse burada, doğrudan “mezhepler birleşmez” demiyor, “İnsanların mutlak çoğunluğunun hayat tarzı, bir yüksek okulun talebeleri gibi aynı seviyede olması” halinde, mümkün olabileceğini söylüyor. Hemen arkasından da, dünyanın mevcut durumu buna müsaade etmediği gibi mezhepler de bir olmaz, diyor. Yani kural olarak, mezheplerin birleşmesi mümkündür ama mezheplerin oluşma sebebi, insanların farklı hayat tarzları (köylü-şehirli gibi), farklı mizaç ve kültürleri, kısaca farklı sosyal yapıları olduğu için, ancak bu şartlar eşitlenirse mezhepler de birleşebilir. O sebepler ortadan kalkmadıkça mezheplerin birleşmesi de olmaz. İşte, konumuz olan mütedeyyinlik meselesinde de buna benzer bir durum vardır.

Soru şudur: Din adıyla ortaya çıkan bir partinin iktidara gelmesi doğru mudur? 
Cevap: Evet ama, % 60- 70’i tam mütedeyyin olmak kaydıyla. Üstad burada, doğrudan; "Hayır! Doğru değildir.." demiş olsaydı muhalif fikirde olanlar, “Said Nursi, dindarların iktidara gelmesine karşı çıkıyor” şeklinde eleştirirlerdi
Prensip olarak, gelebilir. Fakat % 60- 70’i yani üçte iki çoğunluğu tam mütedeyyin olması şartıyla. Peki, sadece halkın üçte iki çoğunluğunun mütedeyyin olması kȃfi midir? Elbette değildir. Parti kadrolarının da en az aynı oranda mütedeyyin olması gerekir, tamamının mütedeyyin olamayacağı hususu yukarıda izah edilmişti.

Evet, Bediüzzaman aynen mezheplerin birleşmesi meselesinde olduğu gibi, genel bir hüküm veriyor; doğrudan hayır demiyor ama, iyi düşündüğümüzde, Risaledeki o metnin devamında geçen Şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır” ifadesinden, mevcut şartlar dahilinde cevabın hayır olduğunu anlıyoruz. Esasen, mevcut durum doğru analiz edilirse; ülkemizde  (ve dünyanın herhangi bir ülkesinde) halkın üçte ikisinin tam mütedeyyin, dindar olmasının mümkün olmadığı görülür.

Şöyle ki; ülkemiz nüfusunun en az % 20’si ehl-i sünnet esaslarını kabul etmeyen mezhep ve meşrep mensubu; % 25-30'u, dinin sosyal hayatta yer almasını istemeyen seküler kesimi ve de % 15-20’si, ırkçılığı ön planda tutan yurttaşlardan oluştuğu varsayılır ise; geriye herhalde yüzde altmış-yetmiş kalmayacaktır. Üstelik geriye kalanların da kısm-ı ekseri tam mütedeyyinlikten uzaktır.

Bazılarının yanıldığı bir diğer husus; partilerin aldığı oy oranlarına bakarak değerlendirme yapmalarıdır. Halbuki Bediüzzaman, % 60-70 oy almak şartıyla demiyor. İnsanlar, seçimlerde bir partiye çeşitli sebeplerle oy verebilirler. Bu sebepler çoğu zaman konjonktürel olur. Partinin bütün politikalarını ve icraatlarını desteklemek anlamına gelmez. Şartlar değişince seçmenlerin tercihleri de değişebilir. 
İktidara gelen partinin, kanun yoluyla da olsa, hayat tarzlarına müdahale anlamına gelebilecek tepeden inme düzenlemelerine karşı çıkabilirler. Bu durumda sosyal çatışmaların meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Özetle, din adına siyasete girilmesi ve dinin siyasette kullanılması son derece yanlıştır. Bu gibi hareketlerin sonuçta dine yararı değil
zararı olur.. 
Dine hizmet etmek isteyen siyasiler, sloganvari kuru söylem ve iddialar yerine; icraatlarında ve yaşamlarında dinin güzelliklerini göstererek, doğruluk ve dürüstlükle siyaset yapmalıdırlar..

İlgili yazı: 

Hiç yorum yok: