5 Ocak 2015 Pazartesi

SADELEŞTİRME TARTIŞMALARI VE OKUR HAKEMLİĞİ

Not:Bu yazı daha önce RisaleHaber sitesinde yayımlanmıştır. (06.03.2012)






KİMİLERİNE GÖRE SADELEŞTİRME, KİMİLERİNE GÖRE SAHTELEŞTİRME

(Not: Bu yayınevi 15 Temmuz hain darbesinin ardından KHK ile kapatılmıştır.

Risale-i Nur Külliyatından Lem’aların kısmen sadeleştirilerek neşredilmesi sebebiyle, Nur camiasında büyük bir tartışma doğmuş, birçok eleştiriler yapılmış; aynı dava mensupları arasındaki bu tartışma ve eleştiriler oldukça kırıcı ve incitici olmuştur.

Eleştiri ve tartışmaların okur zaviyesinden değerlendirilmesi:

1- Tartışma konusu çalışmanın irdelenmesi

Yukarıda, kısmen sadeleştirilmiş ifadesini kullandım. Çünkü sadeleştirmeden maksat, okuyan herkesin sözlüksüz olarak anlayabileceği bir metin elde etmek ise, ortaya konulan çalışma bu amaca ulaşmaktan uzaktır. Kitapta sadeleştirilmeksizin olduğu gibi bırakılan kelimeleri, sözlüğe bakmadan anlayacak kadar kelime haznesi olan bir okuyucu, sadeleştirilen kelimelerin aslını da her halde fazla zorlanmadan anlayabilecek seviyededir. Bununla birlikte sadeleştirilen kelime ve terkiplerde de önemli hatalar bulunmaktadır. Bu açıdan, onca eleştirileri göze alacak kadar iddialı bir çalışmaya girişenlerden, yapılan işin maksada uygun ve başarılı olması beklenirdi. Yapılan çalışma, salt sadeleştirme açısından bile başarısızdır. (*)
---
(*) Ufuk Yayınlarınca neşredilen, sadeleştirme çalışmalarının ne denli yüzeysel ve özensiz yapıldığına küçük bir örnek:
Lem’alar adlı (sadeleştirilmiş) eserde, Birinci Lem’a  sayfa 26’da orijinal metindeki; “Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti.” Cümlesi, sadeleştirilmiş metinde; “Ve Hazreti Yunus selametle sahile çıkıp yaktîn ağacı altında, o Rabbanî lütufları görmüş.” şeklinde gösterilmiştir. 

Osmanlı Türkçesine biraz vakıf olanlarca bunun yanlışlığı açıkça görülür.
---

Ayrıca sadeleştirilen eserin kapak altı sayfasına ‘Risale-i Nur Külliyatından sadeleştirilmiştir’, ibaresi konulmasına rağmen, cilt kapağında bu bilgilendirme yoktur. Eser sanki orijinalmış gibi bir görünüm altında sunulmuştur. Doğrusu, kapak üzerinde ‘Risale-i Nur Külliyatından sadeleştirilmiştir’ şeklinde bir ibare yer almalıydı. 

(Not: Bu ifade, ilk önce neşredilen Lem’alar için yazılmıştı. Daha sonra neşrettikleri Mektubat’ta belirtilen ibarenin yer aldığı gözlenmiştir.)
2- Eserin Müellifi sadeleştirmeye izin vermekte midir?

Her şeyden önce, hiç kimsenin bir eser üzerinde, müellifinin izni olmaksızın tasarruf hakkı yoktur. Risale-i Nur’larda çeşitli sebeplerle tahrif yapıldığı iddiaları, sanırım zamanında bu eserlerin telif ve neşir hakkının yasal olarak güvence altına alınamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Aksi halde, piyasada böyle her önüne gelenin, bu eserleri kendi tercihine göre neşretme lüksü olmazdı. 

Eserlerin müellifi, bu eserler üzerinde herhangi bir şekilde mana kaybına veya üslup değişikliğine yol açacak şekilde, kalem oynatılmasına rıza göstermemiş ve izin vermemiştir. İyi niyetle teşebbüs edenleri de bundan vazgeçirmiştir. 

Ancak, Kastamonu Lahikasında bu konuda istisnai denilebilecek bir mektup bulunmaktadır;

"Saniyen: Burada Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı, Otuzuncu Lem’anın …tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtarı manevî ile izin verdik. Daktilo ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilât olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.

(Baknz: Kastamonu Lahikası- s.117, Zehra Yayıncılık, 2009 İstanbul) 

Bazılarınca bu paragrafın sonradan çıkarıldığı ileri sürülmektedir. Ancak, Müellifi merhumun bir uygulaması olarak vakidir ve yok sayılamaz.

Burada dil konusunda geçen tavsiye, elbette sadeleştirme için genel bir ruhsat anlamına gelmez ve söz konusu sadeleştirme çalışmasının bu çerçeve içinde kaldığı söylenemez. 

Bu ibarenin analizinde, üç önemli husus dikkat çekmektedir.


I) Lise talebelerinin okuması için bir eserin tamamı verilmiyor, eserlerden seçilen belli parçalar veriliyor.

II) O tarihlerde halâ eski yazı ile yazılan eserlerden seçilerek, Lise talebelerine verilecek dört parçanın yeni harflerle yazılması isteniyor.
III) Bunlar yapıldıktan sonra “gençlere teshilât (kolaylık) olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur” deniyor.

Buradan çıkarılacak olan sonuç: Tebliğ edilecek olan risale konuları; muhatabın durumuna yani hedef kitleye göre seçilmeli, onların okuyabileceği yazı türünde ve anlayabileceği dilde olmalıdır. Bu sonuç başka türlü tevil edilemeyecek kadar açıktır.
Keşke bir araştırmacı çıkıp, Kastamonu’da Lise talebelerine verilen o metni, eğer halâ birilerinin elinde duruyorsa, ortaya çıkarıp, hangi tabirat nasıl değiştirilmiştir, görülebilse.
3- Bu sadeleştirmeyi yapan çevrelerin esin kaynağı olduğu dile getirilen, Hoca Efendi(!)nin, bu konudaki düşüncesi nedir?
Not: Bu şahıs 15 Temmuz'dan sonra, "Hoca Efendi" lakabını yitirmiş; bu hain teşebbüsün başı olduğu ortaya çıkmıştır..

Eleştiri yapanlardan kimileri, F.G.'i bu işin fikir bazında sorumlusu olmak veya en azından sessiz kalmakla suçlarken; kimileri de onu savunma adına, geçmişteki bazı sözlerini delil göstererek, böyle bir şeye karşı olduğunu ileri sürmektedirler. Adı geçenin, geçmişte farklı söylemleri olsa da 2007 tarihli bir makalesinde, sadeleştirme konusundaki düşüncesini açık olarak ifade etmiş olduğunu görüyoruz:
“Nur Külliyatı, her seviyeden insana anlatılmaya müsaittir. Bu bakımdan bu eserler de günümüz insanının üslûbuna uygun olarak, dili çok iyi bilen bir Nur talebesi tarafından aslı korunmakla beraber önce sadeleştirilmeli, sonra da bütün dünya dillerine çevrilmelidir. Ama bu yapılırken öz, ruh, muhteva mutlaka korunmalı ve orijini muhafaza edilmelidir.” 
(Baknz: http://tr.fgulen.com/content/view/13564/3/ )
(Not: Bu site darbeden sonra kapatılmıştır)

Konumuz olan sadeleştirmeyi bu çerçevede değerlendirdiğimizde, son cümlede dikkat çekilen “…öz, ruh, muhteva mutlaka korunmalı ve orijini muhafaza edilmelidir.” önkoşuluna riayet edilmediği görülmektedir. Söz konusu kitap bu bakımdan da sorunludur.

4- Yapılan eleştirilerin üslubu
Her şeyden önce bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, sadeleştirme başarısız olsa da çalışmayı yapanların art niyetli ve tahrif amaçlı olduklarını ileri sürmek kanaatimce haksızlık olur. Çalışma iyi niyetlidir, fakat iyi bir örnek olmamıştır.
Kitabın yayımlanmasıyla, Bediüzzaman’ın bir grup talebesi müşterek bir beyanname neşrederek yapılan işin yanlışlığına dikkat çekip düşüncelerini açıklamışlardır. Eleştirileri, çalışmanın kalitesine değil, doğrudan kendisine olmuştur. Yani sadeleştirme çalışması başarılı da olsaydı aynı itirazlar olacaktı. O mümtaz grubun hassasiyetlerini anlamak mümkündür. Bununla birlikte, Bediüzzaman’ın ikazları sadece Risale diline dokunulmamasıyla sınırlı olmayıp; eserlerinde özellikle siyaset ve ırkçılık konusunda da birçok uyarıları bulunmaktadır. Yapılan sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkan bazı kişi ve yayın organları, maalesef bu uyarılara uyma konusunda iyi bir sınav verememişlerdir. O nedenle onları anlamak kolay değildir. 
Makul eleştirilerin yanında oldukça aşırıya kaçan ağır ithamlar taşıyan eleştiriler de yapılmış, hatta objektif olarak kişisel düşüncelerini açıklayanlar bile hakarete maruz kalmış, neredeyse ihanetle itham edilmişlerdir.

5- Yayınevi ne yapmalıdır?
Lem’aları sadeleştirerek neşreden Ufuk Yayınevi, söz konusu eseri ehil bir heyete kontrol ettirip, yanlış ve eksikleri tespit ettirerek, piyasadaki kitapçılardan toplatmalıdır. Satılarak okuyucu eline geçen nüshalar için de gazete ve TV yoluyla gerekli duyuruyu yaparak, ellerindeki eserin ilgili kitap evine iadesini sağlamalıdırlar. Bunu, sadeleştirmeden vazgeçtikleri için değil, fakat sadeleştirmenin eksik ve hatalı olduğu gerekçesi ile yapmalıdırlar.

6- Sadeleştirmeye ihtiyaç var mıdır, varsa gerekçesi nedir?
Öncelikle şu hususu belirtmekte yarar vardır: Risale-i Nurların, külliyat olarak bütünüyle sadeleştirilmesi ve yabancı dillere tercümesi uygun değildir. Asıl olan tevhit ve iman ile ilgili bahislerin bütün insanlığa en uygun şekilde sunulmasıdır. Türkiye’nin özel şartları ile ilgili yazılmış olan bazı mektup ve bahislerin yabancı dillere tercümesinin fayda yerine zararı olur.
Aynı şekilde umuma hitap etmeyen hususi bahislerin de sadeleştirilerek ulu orta herkese gösterilmesinin faydadan çok zararı olur. Bu sebeple, hedef kitle için hangi eserin hangi bölümleri sadeleştirilecektir veya tercüme edilecektir, önce bunun tespit edilmesi gerekir. 
Madem Risale-i Nur’lar Kur’an tefsiridir ve madem Kur’an bütün beşeriyete inmiştir. Öyle ise Risalelerdeki tevhit ve iman bahisleri, inananlarca, her seviyede insana ulaştırılmalıdır ki; tebliğ görevi yerine getirilmiş olsun. Bu açıdan baktığımızda bu eserlerin belli bölümlerinin sadeleştirilmesi ve yabancı dillere tercümesine ihtiyaç vardır denilebilir.
Bu ihtiyaç iki noktadan kaynaklanmaktadır:

Birincisi; yabancı dile tercüme edilecek metni oluşturmak içindir. Doğru ve başarılı bir tercümenin yapılabilmesi, güncel Türkçeye düzgün bir sadeleştirme yapılmasına bağlıdır. (Neşriyat için değil, sadece tercümede kullanılacak metni oluşturmak için olsa bile buna ihtiyaç vardır.) Çünkü İngilizce gibi yaygın olan belli başlı dillerde, hem Risalelerin dilini anlayan ve hem de tercüme edilecek yabancı dile vakıf tercümanlar bulunsa dahi, daha az yaygın olan dillerde bunu bulmak kolay değildir. Tercüme edilecek metnin dilini tam olarak anlayamayan birinin, yabancı bir dile yapacağı tercüme ise son derece başarısız olacaktır.

İkincisi; memleketimizde yüzyıldan beri iç ve dış mihrakların etkisi ile dinden uzaklaşan, kültürüyle ve yaşam biçimi ile apayrı bir elit zümre oluşmuştur. Bu çevrelerde yetişen ve iyi eğitim gören genç kuşak, muhtemelen geçerli mesleklere sahip olacak ve toplumun karar mercilerinde görev alacaktır. Misyonerlerin ve İslam dışı felsefi akımların etkisine açık olan bu kuşaktan, Arapça ya da Osmanlıca öğrenmelerini beklemek hayaldir. O halde bu insanlara onların anlayabileceği bir dille hitap etmek gerekir ki; o da güncel konuşulan duru Türkçedir. Sırf bu kesime hitap edebilmek için bile Risalelerin iman ve tevhide dair bölümlerinin doğru bir şekilde sadeleştirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.

7- Sadeleştirme işi nasıl olmalıdır? 
Sadeleştirme çalışması, Risale-i Nurların muhteviyatına vakıf, ana dili Türkçe olan; Osmanlıcayı ve Türkçenin inceliklerini çok iyi bilen kişiler tarafından, titiz bir çalışma ile üslup korunarak, orijinal metindeki manayı doğru bir şekilde yansıtacak biçimde yapılmalıdır. Sadeleştirilen metin ortaya çıkınca, ehil bir heyet tarafından kontrolden geçirilmelidir. 
Kitapta, bir sayfaya sadeleştirilen metin, karşı sayfaya ise orijinal metin konularak okuyucuya mukayese imkânı sağlanması da bir yöntem olarak düşünülebilir. Bu durumda, bir dipnot konularak; gelecek baskılarda düzeltilmek üzere görülen hata ve eksiklerin bildirilmesi okuyucudan talep edilmelidir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, kitabın ön kapağına mutlaka “Risale-Nur Külliyatından Derlenmiş ve Sadeleştirilmiştir” gibi açıklayıcı bir ifade konulmalıdır.

8- Eleştirilerde, geçmişte yapılan bazı çalışmaları menfi referans olarak gösterilmesi
Yapılan eleştirilerde olumsuz bir örnek olarak gösterilen, Necip Fazıl’ın sadeleştirme çalışması iki yönden irdelenebilir.

Birincisi: Adı geçen, Nur talebesi değildi ve sadeleştirme yapacak kadar Risale-i Nurlara vakıf olamayacağı açıktır. Bu açıdan reddedilmesi normaldir. Sadeleştirme yapacak kişi Risale-i Nurları çok iyi anlamış olmalıdır.
İkincisi: Adı geçen tartışmasız önemli bir şair, yazar ve fikir adamıdır. Fakat aynı zamanda, dilde sadeleştirmeye yani Arapça, Farsça kelimelerin çıkarılmasına karşı biridir. Hatta o derece karşıdır ki; bir yazısında, Türkçenin yetersiz bir dil olduğunu iddia etmekte, sıraladığı birçok kelimenin Türkçede karşılığı bulunmadığını ileri sürmekte, daha da ileri gidip; “…Hattâ ‘dil’ bile ‘lisan’ kelimesine uymuyor ve ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.“ diyebilmektedir. Oysa, lisan kelimesi Türkçeye girmeden önce dil kelimesi Türkçede vardı. 
(Bakınız: Yunus Emre’nin şiirleri ve Şemsettin Sami: Kamus-i Türkî.)

(Bu konuda yanılan sadece merhum Necip Fazıl değildir, dilde sadeleştirmeye karşı çıkmak adına birçok zamane yazarı da dil kelimesinin güya uydurukça olduğu gibi aynı yanılgı içindedirler.)

Bu bakımdan Risaleleri sadeleştirmek istemiş olmasını şahsen hayretle karşılamışımdır. İyi şair olmakla, Risaleleri sadeleştirmeye ehil olmak başka şeylerdir.
Diğer taraftan, Bediüzzaman’ın talebelerinden sadeleştirme yapmak isteyenlerin bu işten menedilmesine gelince; o tarihlerde bugünkü gibi ihtiyaç olduğu söylenemez. Aradan en azından 70-80 yıl geçmiştir. Dil, değişen, gelişen, aktif ve diri bir olgudur; statik, sabit, donuk değildir. Bilim, teknoloji ve sosyal hayattaki gelişmelere paralel olarak, insan hayatına sürekli yeni objeler, yeni algılar ve yeni kabuller girmekte; buna bağlı olarak da dildeki söz varlığına, birçok yeni kelime ve terimler eklenmektedir. Diğer taraftan, zaman içinde pek çok obje ve eylemler sosyal, kültürel ve pratik hayatın dışına çıkmakta; ona paralel olarak da pek çok terim ve kelimeler kullanırlılığını yitirmektedir. Sadeleştirme meselesinin bu açıdan da değerlendirilmesi gerekir.

Sadeleştirmeye şiddetle karşı çıkan bazı naşirlerin neşretmiş oldukları eserlerde lügat bölümü neredeyse asıl metin bölümünden fazladır. Buna neden ihtiyaç duyulmaktadır, Müellifi merhumun buna rızası var mıydı?

Ayrıca, Risalelerdeki sadeleştirme konusu vesilesiyle yazı yazan bazı değerli yazarlar, Osmanlıca Türkçesi ile yazılmış bazı tefsir vs. dini kitapların da sadeleştirilmesine karşı çıktıkları görülmektedir. Bu iddia sahiplerine göre davranılmış olsa idi, mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihalini ve Elmalı’nın Tefsirini, nüfusun en az yüzde doksanının anlama şansı hiç olmayacaktı. Geçmişte, Osmanlı Uleması matbaaya karşı çıkarken ve de icadından asırlar geçtikten sonra bile ancak dinî kitapların basılmaması kaydı ile kurulmasına fetva verirlerken; Hristiyan papazları, İncil ve dini kitaplar yanında, İslam aleyhtarı neşriyatı, özellikle de Hz. Peygamberin evliliklerini dillerine dolayan iftiraları anlatan paçavralarını harıl harıl basıp, dünyanın en ücra köşelerine yaymakla meşguldüler. Ve ne yazıktır ki; o çabalar sonucu Afrika, Güney Amerika ve Uzak Doğuda açılan misyoner okulları ile birlikte Hristiyanlık oralarda hızla yayılırken, İslam’ın yayılması bıçak gibi kesilmiş, belli bir çağdan sonra ise bireysel kabullerin dışında maalesef kitlesel İslamlaşma olmamıştır. Günümüzdeki manzara da ortadadır.

9- Neşriyatçıların durumları
Günümüzde, eserlerin neşri ile iştigal eden epeyce yayınevi bulunmaktadır. Bunların hangilerinin veya ne kadarının ihlâslı olarak, ticarî gailelerden uzak bir şekilde bu işi yaptıklarını bilemiyorum. Ancak, kitapçılarda baktığımızda, özenle hazırlanmış, kaliteli baskısı olan eserler olduğu gibi; sigara kağıdı gibi ince bir kağıda küçük puntolarla basılmış; sayfa üzerinde lügat ve şerhlerin kapladığı alanın asıl metin alanından neredeyse fazla olduğu, son derece kullanışsız ve özensiz baskıların da bulunduğunu maalesef görmekteyiz.
Bazı yayınevlerinin geçmişte gazete eşantiyonu şeklinde vermiş oldukları eserlerde, yığınla baskı ve dizgi hatası olduğu, eksik paragraflar bulunduğu hafızalardadır. Sözün özü; bazı neşriyat organları veya yazarlar, doğru veya yanlış sadeleştirme çalışmalarına şiddetle karşı çıkarlarken biraz da kendi yaptıkları işlerin kalitesine bakmalıdırlar.
Orijinal dildeki eserlerin tertip ve muhteviyatlarının korunması, gelişigüzel sadeleştirmelerin önlenmesinden daha önemlidir. Sonuçta, yetersiz sadeleştirmelere itibar edilmez, fazla da bir zararı olmaz ama eğer orijinal metinlerde eksik veya hatalar olursa bunun zararı daha çok olur. Özellikle, değişik yayınevlerinin çıkardığı Lahika kitapları arasında, tertip ve muhteva bakımından önemli farklılıklar gözlenmektedir. Neşriyatla ilgili sorumlular bir araya gelerek Osmanlıca el yazması eserleri esas almak suretiyle, yeknesaklığı sağlamalı ve aradaki farklılıklar ortadan kaldırılmalıdır. İttihad-ı İslam gibi büyük bir hedefi olan insanların bunu başarabilmesi gerekir.

10- Editörlük hizmeti
İnsanlar ana dillerinde düşünürler, ana dilleri yanında iyi bildikleri yabancı dillerde de yazabilirler. Bir eserin yayımdan önce mutlaka bir editörün kontrolünden geçmesi gerekir. Editör, ana dili yayın dili ile aynı olan ve o dilin inceliklerini çok iyi bilen, kitabın konusuna dair terminolojiyi bilmesi gibi vasıflara sahip olmalıdır. Risalelerin yayım hizmetinde görev alacak editörlerin aynı zamanda çok iyi Osmanlıca bilmesi gerekir. Halen eserlerde birçok aynı kelimenin değişik şekillerde yazıldığı, noktalama işaretlerinde eksiklikler olduğu görülmektedir. Bu gibi hataların düzeltilmesi vasıflı editörlere bağlıdır.
Bundan daha önemlisi, bazı eserlerde az da olsa maddi hatalar, Arapça ibarelerde de tercüme hataları bulunmaktadır. Her nedense yıllardan beri bu hatalı baskıların yapılmasına devam edilmektedir. Sadeleştirme çalışmalarına şiddetle karşı çıkanların bu hususta neden özen göstermediklerini anlamak kolay değildir.


Misal olarak, Tarihçe-i Hayat’ta eski hayatında, doğuda aşiret reisi Mustafa Paşa ile olan tartışmada “…eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım." ifadesindeki Fırat kelimesi yanlıştır. Haritaya bakıldığında hadisenin geçtiği yer ile Fırat nehri arasında yaklaşık 400 km kadar bir mesafe bulunmaktadır.
(Bakınız:
http://www.risaletashih.com/index.php/tashih-cesitlemeleri/117-firat-nehri-mi-dicle-mi
http://www.risaletashih.com/index.php/tashih-cesitlemeleri/121-tashih-cesitlemeleri-4

Daha önemli bir konu: İşarat-ül İ'caz'da Bakara 25. ayet mealindeki “ezvacun mutahharatun” ibaresi karşılığı olarak “temiz eşler” yerine “temiz kadınlar” ifadesi geçmektedir. Bu ibare arka sayfalarda, ayetin tefsiri ile çelişmektedir. Tefsir kısmında doğrudur, mealdeki ifadenin düzeltilmesi gerekir.
Bakınız: http://www.risaletashih.com/index.php/tesbitler/57-isaratu-l-i-caz  

Buna benzer hataların ivedilikle düzeltilmesi gerekir.

Sonuç olarak; Toplumumuzda eleştiri kültürü gelişmemiştir. Kendimiz gibi düşünmeyenleri medeni bir üslupla uyarmak ve aydınlatmaya çalışmak yerine kavgayı tercih ediyoruz. Kavga ile karşımıza alacağımız kişilerin fikirlerinde daha da ısrar edeceklerini hesaba katmıyoruz. 

Bu yanlış tutum, politikadan spora kadar toplumun her kesiminde yaygındır. Hatta denilebilir ki; aileden meclise kadar her ortamda, kavga ve hakaret ikna yolu olarak seçilmektedir.
Hz. Peygamberin insanlığa getirdiği güzel ahlâk ve medeni kültür bu değildir. Nefsine hâkim olamayanlar dünyaya hâkim olabilir mi? 
Diğer yandan, diyalog konusunda iddialı olanların, bu kadar geniş çevreden gelen eleştirileri dikkate alarak, hatalarını düzeltmeleri gerekmez mi?

30 Aralık 2014 Salı

TARİH Mİ HATALI, TARİHİ YAZANLAR MI?

Not: Adresteki makale sebebiyle Yazar'a gönderilen mektup. 
(Yazıda daha sonra bazı küçük düzeltmeler yapılmıştır. Sarı bölümler söz konusu makalede geçmektedir)

Değerli Yavuz Bey,
Öncelikle size teşekkürlerimi sunmak isterim. 30 Aralık 2014 tarih ve “Lozan’dan Türkiye’ye” başlıklı yazınızla, bir tezimizi doğrulamış oldunuz.

Tezimiz:
M. Kemal’in tarihe geçmiş, bir çok askerî (Çanakkale-Kurtuluş Savaşı) ve siyasî (Hatay meselesi-Montrö Antlaşması) ve ekonomik (Çeşitli fabrikalar-demiryolları-İşbankası) çok önemli hizmet ve başarıları yanında; on beş yıllık (1923-1938) devr-i hakimiyetinde bir takım sosyolojik (Şapka gibi şekilci devrim) kültürel (Başarısız dil devrimi- Türkçe ezan) adlî-hukukî (İkinci dönem İstiklal Mahkemeleri- Kurtuluş savaşı komutanlarının harcanması) bir takım hata ve yanlışları da bulunmaktadır.

Ancak, M. Kemal’in hayatı anlatılırken, sadece başarıları dile getirilmekte; yanlış ve hatalardan söz edilmemektedir. Adeta insanüstü bir Atatürk imajı oluşturulmakta, kısacası tabulaştırılmaktadır.
Fakat gerçek şu ki, tabulaştırma konusu sadece Atatürkle sınırlı olmayıp; bazı dini grupların şeyh- hoca- üstad mevkiindeki önderlerinin de bir şekilde, kendi taraftarlarınca tabulaştırıldığı görülmektedir. 
 
Diğerlerinden sarfı nazar, sadede gelirsek; Atatürk'ü tabulaştıranların belki bir kısmı için fanatik/aşırı taraftarlık ya da dervişane/kayıtsız teslimiyet davranışı gösterdikleri düşünülebilir; fakat büyük çoğunluğun eğitimli, gerçeği gördüğünde kabul eden, toplumun aydın kesiminden ve objektif düşünme yeteneğe sahip kişiler olduğu açıktır. 
***
Ara Değerlendirme: 
Doğrularıyla/Yanlışlarıyla tarihe mal olmuş kişilerin icraatlerine dair, kişilik haklarına dokunmadan, objektif şekilde kritikte bulunmak, o kişilerin değerini düşürmez. Örneğimizde, M. K. Atatürk'ün İstiklal Harbinin muzaffer Başkumandanı ve de Cumhuriyetin Kurucu Lideri olduğu gerçeğini değiştirmez.
 
Esasen fani dünyadan göçmüş insanlara yapılacak ne övgüler fayda verir ne de yergiler zarar.
Fayda veya zarar yaşayan insanlar içindir. Tarih doğru öğretilirse ders alınır, hatalar tekrarlanmaz.
*** 
Bugünkü özgür düşünce çağında, eğitim seviyesi yüksek olan aydınlarımız dahi, objektif değerlendirme yapma konusunda, aşağıda görüleceği üzere, Falih Rıfkı ATAY'ın çok gerisinde kalmalarının sebebi ne olabilir?

Cevap:
F. R. ATAY'ın kişisel özellikleri bir tarafa, kanaatimce bu husus iki sebepten kaynaklanmaktadır. Birincisi, gerçekleri objektij yansıtmayan, sorgulamaya ve eleştiriye kapalı, ezberci, resmî tarih öğretileri; diğeri  M. Kemal muhaliflerinin ortaya attığı ipe sapa gelmez, tarihî gerçeklikten uzak, gayr-ı ciddi iddialardır. 
Tespitlerime göre, özellikle aydınlar ve gençler üzerinde, ikinci sebep daha etkili olmaktadır. Seviyesi düşük, eleştiri sınırını aşan, iftiraya varan derecede yalan yanlış iddialar, Kemalistlerin kendi düşüncelerinin doğru olduğu inancını artırmaktadır.. 
Zaten bizim toplumda tenkit/eleştri kültürü gelişmediği için, sanat eleştirmenleri dışında, bu kavramın anlamı dahi doğru bilinmez.
Tenkit deyince kötüleme, karalama anlaşılır, oysa tenkit bir şeyin veya bir kişinin gerçek değerini, artı ve eksi yönlerini ortaya koymaktır, kötülemek değildir..  

Evet, ölümü üzerinden 76 yıl gibi uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, M. Kemal hȃlȃ objektif bir şekilde tanıtılmamakta/ bilinmemektedir.
Bunun sebebinin 5816 sayılı Kanun olduğu iddiası geçersizdir. Çünkü o Kanun Atatürk’e hakareti suç saymaktadır, eleştirilmesini değil. 
Bunu anlamak için, onbeşyıl milletvekili ve masa arkadaşı olarak, Atatürk’ün en yakın adamlarından biri F. R. Atay’ın ÇANKAYA adlı eserine bakmak yeterlidir.

Atatürkü taparcasına sevdiği, meziyetlerini ve her türlü başarılarını överek, gururla  anlattığı 650 sayfalık kitapta, hacim olarak belki yarım sayfayı bulmayan ama samimi ve objektij şekilde oldukça ağır eleştirilerde bulunmakta, zaaflarından ve eksiklerinden söz etmektedir. Buna rağmen, bugüne kadar söz konusu kitap takibe uğramamıştır. Buna benzer daha başka örnekler de vardır. Demek oluyorki koruma kanunu hakaret içermeyen eleştirilere engel değil..
Meselȃ, Pozitif Yayınlarından çıkan kitaplığımda mevcut nüshada Yazar F. R. ATAY, şöyle tenkitlerde bulunmaktadır;

- 495. sayfada imar çalışmalarını anlatırken Ankara ve İstanbul’da milyonlar çalındığından bahisle, “M. Kemal ... şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”

- 540. sayfada dil ve tarih konusunu anlatırken, “M.Kemal de kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gibi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sürmekte, Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak yetişmiştir...

- 518. sayfada “...Atatürk’ün yetişme tarzından doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık.”

- 581. sayfada “Atatürk ... umumî kültürü ister istemez zayıf bir Osmanlı subayı idi...”

Kitapta, daha başka zaaflarından ve eksiklerinden söz edilmektedir. Denilebilir ki, yazar F.R.ATAY, Kemalistler içinde M. Kemal’i en objektif şekilde anlatan kişidir.

Sayın BAHADIROĞLU,

Siz de bugünkü yazınızla, birçok noktada bu tezimizi doğrulamış oldunuz. Bunlardan sadece iki tanesini dikkatlerinize sunmak isterim.
Şöyle ki;
1- İngiliz istihbaratı... Sultan Mehmed Vahideddin’in... Mustafa Kemal’i Anadolu’yu teşkilâtlandırmak üzere Samsun’a göndereceğini öğrenememiş olabilir mi? buyurmuşsunuz.

Doğrusu:  “... Sultan Mehmet Vahdettin... General Mustafa Kemal yönetiminde bir heyet göndermek üzere, İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliği ile anlaşmıştı... bir Türk subayı odama gelip, Mustafa kemal ve heyeti için vize istedi.*”

(*Kaynak: Vizeyi veren İngiliz istihbarat subayının anıları: J.G.Bennett, Tanık, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 45) 

(YANİ, M.KEMAL’İN ANADOLUYA GEÇİŞİ, ÖYLE GİZLİ KAPAKLI DEĞİL; O GÜNÜN ŞARTLARINDA ZORUNLU OLAN İNGİLİZ VİZESİ İLE OLDUĞU TARİHİ BİR GERÇEKTİR.)

2- ... Mustafa Kemal’i durdurmasını İngilizler Padişah’tan istiyor. O da bölgenin en üst rütbeli komutanı Kâzım Karabekir’e açık bir telgrafla bunu bildiriyor. Karabekir Paşa ise verilen emre uymak yerine tam tersini yapıyor. Sivas’a gidip Mustafa Kemal’e selam duruyor: ‘Kolordumla birlikte emrinizdeyim Paşam! diyor.” şeklindeki beyanınızda, Karabekir Paşayı Sıvas’a göndermişsiniz.

Doğrusu:  Hadise, Sıvas’ta değil, Erzurum’da cereyan etmiştir. Yakın tarihle ilgili pek çok kaynakta bu basit bilgiyi görmek mümkündür.

Şimdi, lütfen biraz empati yapıp, kendinizi Atatürkçü bir kişinin yerine koyunuz. Bu bariz yanlışları gördükten sonra, yazının geri kalanı doğru olsa bile onlara inanır mısınız?
  
Selam ve saygıyla

Rafet KALYONCU
Ankara

(Aşağıdaki kısım yazıya sonradan ilave edilmiştir.)

Not: Lafı uzatmamak için, söz konusu yazıdaki sadece iki yanlışa işaret edilmişti.. 

Diğer yanlışlara gelince:

Tarihçi olduğunu iddia eden bu dostumuz, ne yazıktır ki, M. Kemal’i küçümsemeye çalışırken; Türk Milletini küçümsediğinin farkında değildir. 

Nasıl mı?

I. Yazıda; Resmi tarih, “Yedi düvele karşı” savaştığımızı söylüyor, oysa Doğu’da Ermenilerle Batı’da Yunanlılarla savaşıyoruz… Yani ortada “yedi devlet” filan yok. Şeklinde beyanda bulunmuş.

Doğrusu: Bu kanaatinin yanlışlığını görmek için makalesine başlık olarak almış olduğu Lozan Antlaşmasının taraflarına bakmış olsaydı, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin karşısında müzakere masasında kimlerin olduğunu araştırmış olsaydı o “yedi düvelin” kimler olduğunu görebilirdi.

Evet Lozan’da bizim karşımızda;

1- Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı (İngiltere),
2- Fransa Cumhuriyeti,
3- İtalya Krallığı,
4- Japonya İmparatorluğu,
5- Yunan Krallığı
6- Romanya Krallığı,
7- Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı bulunmakta idi..

Gerçekten tam 7 devlet. Bunların bir kısmı ile fiziken savaşmamış olsak bile onlar da düşman ittifakı içindedirler ve fiilen savaşanların maddi, manevi destekçisidirler.

Dikkat edilirse Rusya bu listede yoktur. Çünkü Rusya, 1917 Bolşevik İhtilali sebebiyle, işgal ettiği topraklardan kendiliğinden çekilmiş ve siyaseten Anadolu Mücadelesini destekler pozisyon almıştır.
Ermeniler de yoktur, çünkü 1920 yılında onlarla antlaşma yapılmış ve sınırlar belirlenmiştir.    

II.  Yazıda, “...Tabii önce bize “İstiklȃl Savaşı” olarak takdim edilen ve hamaset edebiyatı eşliğinde sunulan dönemi ... irdelemek gerekiyor.

Şeklindeki ifade ile “İstiklȃl Savaşı”  olarak takdim edilen hadisenin aslında hamaset edebiyatından ibaret olduğu ve ortada İstiklȃl savaşı falan olmadığı söylenmek isteniyor.

Doğrusu: Böyle bir iddiada bulunmak için herhalde  bu topraklarda hiç yaşamamış olmak icap eder.

Açıkçası, Mondros Ateşkes Antlaşmasının ağır şartlarını, Sevr Haritasını, İzmir, İstanbul, Maraş, Antep, Urfa vs İşgalini, İngilizlerin her tarafa göndermiş oldukları gözlemci subayların icraatlarını, Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinin ne maksatla kurulduğunu araştırmayı bir tarafa bırakıp;
Yaşı itibariyle sadece, dedesinden- ninesinden o günlere ait "işgal, muhacirlik, seferberlik, açlık-kıtlık, Yunan gavuru, Rum Çeteleri"ne dair hikayeleri dinlemiş olsaydı, herhalde böyle bir hükme varamazdı.

O savaş, gerçek bir Kurtuluş Savaşıdır ve bütün  bir milletin varoluş mücadelesidir. 
Onu küçümsemek M. Kemal Paşa'yı değil, bir milleti küçümsemektir..


14 Aralık 2014 Pazar

VAHİY VE DEMOKRASİ

İslȃmî meseleler, ifrat ve tefritten uzak değerlendirilmelidir. Körü körüne batı düşmanlığı ne kadar yanlış ise, demokrasi denilen hayat tarzını İslȃm’la özleştirmek de o kadar yanlıştır. Çünkü, İslȃmla bağdaşan yönleri olduğu gibi, taban tabana zıt tarafları da bulunmaktadır.

Ayrıca, demokrasi ile cumhuriyet terimleri birbirine karıştırılmamalı. Asrı Saadetteki Halifelik, babadan oğula geçmediği için Cumhuriyet mȃnȃsında idi, fakat demokrasi değildi.
Demokratik sistemde, temel insan hakları, eşitlik, hürriyet, serbest seçimler gibi, İslȃm'ın cevaz verdiği hususlar yanında, ekonomide serbestliğin gereği olan; faiz, içki, kumar, domuz eti ile toplumdaki sefih hayat tarzı gibi, İslȃm'la bağdaşmayan pek çok meselenin olmazsa olmaz insan hakkı olarak kabulü ve serbestiyeti bulunmaktadır.


Meselȃ; İslȃm'da “mürtedin hakkı hayatı yoktur” hükmünü, demokrasinin hangi prensibi ile bağdaştıracaksınız? Netice itibariyle: İslȃm vahye dayalı bir din; demokrasi ise beşerî ve dünyevî bir sistemdir. Bu iki mefhumu mukayese ve aynîleştirmek yanıltıcıdır.
Bu konuda kalem oynatanlar, meseleyi gelip geçici siyasîlere indirgemeden, evrensel değerler ölçeğinde bakmalıdır.


Ülkemizde, bugün ve geçmişte, gerçek anlamda bir demokrasinin uygulanmadığı açıktır. İtirazımız, beşerin bu zamana kadar bulabildiği en az mahzurlu sistem olarak tanımlanan, demokrasiye değildir. Demokrasiyi (buna bağlı olarak AB’yi) benimserken, kendi değerlerimizden vazgeçmeden, asgarî hassasiyet gösterilmelidir. (En azından İngilizlerin AB’ye girerken önemli değerleri Sterlinden vazgeçmedikleri gibi)
Efendim, ben I. Avrupa’yı  (bilim-teknik ve demokratik yönü) benimserim, II. sinden (sömürgeci ve sefahat yönü) bana ne! Diyemeyiz. Çünkü Hıristiyanlık İslȃmiyet’e duhul etmedikçe, her iki Avrupa daima ve iç içe var olacaktır.


Doğrusu bazı İslamî kesimler, Kemalizm’den kurtulmanın tek yolu ve çaresi olarak; AB’ye girmeyi gördüklerinden, gerdeğe girme heyecanı taşıyan toy delikanlılar gibi, AB’yi bir an önce dört elle kucaklamak hayalindedirler. Önüne arkasına, ne doğuracağına bakmadan..
Bu hayale kapılırken de; Batının İslȃm ȃlemine karşı hazırki tavrını görmezden gelip, Risale-i Nurlarda geçen ve II. Avrupa’yı var eden Avrupa Felsefesi ile Hikmet-i Kur'âniyeyi mukayese eden bahisleri yok saymaktadırlar.

Halbuki, Türkistan asıllı büyük fikir adamı, Prof Zeki Velidi Togan, T. Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan hatıralarının 533. sayfasında;
 “1923 yılında kabil’deki konuşmalarımızda demokrasinin İslȃm memleketlerinde başı boş Anglo-Amerikan usulünü harfiyen tatbik etmek şeklinde olmayıp, ülkelerin milli hususiyetlerine uygun bir şekilde tatbik edilmesi gerektiği yolunda, aydınlarımızın umumî fikir temayüllerine uygun çıktığını görmekten memnunum” diyordu..
Açıkçası fikren 100 yıl gerideyiz.. 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Bir Televizyon Programına Gönderilen Mektup

Bir TV kanalında yapılan bir tarih programı ile ilgili olarak; program sunucusuna gönderilen mektup ve cevabı:

Not: Söz konusu program sunucusunun fevkalade beyefendi ve kültürlü bir kişi olduğunu belirtmeliyim. 
 
Muhterem ... Bey,

Tarihe ve milli kültüre ilgi duyan biri olarak, programlarınızı elden geldiğince takip etmekteyim. Öncelikle, birbirinden kıymetli konuklarınızla izlenmeye değer programlar yaptığınız için takdir ve teşekkürlerimi bildiririm.

Şahsen bir izleyici olarak gördüğüm; özellikle siyasete temas eden programlarda, çok bilgili kişilerin dahi sehven, zühulen veya dikkatsizlik eseri de olsa söylediği küçük fakat yanlış bir bilgi, muarızlarınca o bilge kişilerin diğer doğrularının da sorgulanmasına yol açmakta, muvafıklarının ise yanlış malumat edinmesine sebep olmaktadır.
Mümkün olduğunca bu tür hatalardan sakınılması gerektiği kanaatindeyim.

Bu bağlamda;
Kanal ...TV’de 27 Ekimde sunmuş olduğunuz tarih programında, konuğunuz Sayın S.A.; Çankaya adlı esere atfen, yazar F.R.Atay’ın; “Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden, bir askerî dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir.” şeklinde bir fikir beyan ettiğini ifade etmiştir.

Bendeniz programınızı daha sonra tekrarından izlediğim için maalesef canlı yayına mesaj gönderme şansım olmadı. O sebeple bu notu zȃt-ı ȃlinize arz etmek istedim.

Söz konusu ifadenin, Çankaya adlı eserde yer aldığı doğrudur ama o fikir Atay’ın değil, eski Maliye Nazırlarından ve İzmir suikastı nedeniyle idam edilen Mehmet Cavit Bey’e aittir.

Açıkçası, Atay adı geçen eserinde, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasındaki gelişmeleri anlatırken, Cavit Bey’i rahmetle anarak, onun İttihat Terakki’nin lideri pozisyonunda olduğunu ancak, komitacı olmayıp, medeni bir adam olduğunu ifade ederek; “Onu Lausanne’dan beri (Cavit Bey Lozan delegasyonunda üye idimuhalefete sürükleyen sebepler şunlardır:” diyerek, o sebepleri sıralamakta ve mevzubahis edilen “... Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir.” tarzındaki cümleyi de Cavit Bey’i muhalefete iten sebepler muvacehesinde zikretmektedir.  

Zaten devrimlerin en büyüğü olarak nitelendirilen Cumhuriyetle ilgili böyle bir fikrin, M. Kemal’e onbeş sene milletvekili olarak hizmet etmiş, onun masa arkadaşı ve sırdaşı olmuş, kendi beyanıyla ona dil devrimini empoze etmiş, bütün devrimleri can u gönülden desteklemiş; Padişaha, Halifeye ve Müslümanlara gerici nazarıyla bakan bir şahıstan sudur edebileceğini düşünmek eşyanın tabiatına zıttır.
(Not: Çok zayıf bir ihtimal de olsa, Sayın Hatibin elindeki nüshada (Bateş Yayınları- s. 381)    baskı hatası var ise lütfen aynı eserin Pozitif Yayınlarından çıkan nüshasına (sayfa 443) bakılması)
Bu bahis TV-a arşivinde, 27 Ekim tarihli programın 3. parçanın sonunda geçiyor.)

Bu arada, adı geçen yazar, söz konusu eserinde M. Kemal’e ve devrimlerine büyük övgüler düzmekte, her vesile ile onun dehasını ön plana çıkarmakta, muhaliflerini küçümsemekle birlikte; yeri geldikçe de onu (devrimlerini değil) eleştirmekten ve kendince eksik yönlerini saymaktan da geri kalmamaktadır.
Meselȃ, Pozitif Yayınlarından çıkan kitaplığımda mevcut nüshada;
- 495. sayfada imar çalışmalarını anlatırken Ankara ve İstanbul’da milyonlar çalındığından bahisle, “M. Kemal ... şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.”
- 540. sayfada dil ve tarih konusunu anlatırken, “M.Kemal de kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gibi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sürmekte, Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak yetişmiştir...
- 518. sayfada “...Atatürk’ün yetişme tarzından doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık.”
- 581. sayfada “Atatürk ... umumî kültürü ister istemez zayıf bir Osmanlı subayı idi...”
Kitapta, daha başka zaaflarından ve eksiklerinden söz edilmektedir. Denilebilir ki, yazar F.R.Atay, Kemalistler içinde M. Kemal’i en iyi anlatan kişidir.

Sayın ...,
Hoşgörünüze sığınarak, izninizle, bu noktada bazı düşüncelerimi dile getirmek isterim.  
Belki son derece mütevazi ve saygılı bir kişiliğe sahip olmanızdan dolayıdır. Konuğunuzu sürekli tasvip ve tasdik eder bir üslup içinde programı sunmaktasınız. Oysa biraz olsun sorgulayıcı olmanız ve yerine göre aykırı sorular sormanız beklenir. 
Malumunuz, bir insan ne kadar bilgili de olsa bazı şeyleri gözden kaçırmış olabilir. Program sunucusu biraz eleştirel olur ve sorgulama yapabilir ise herhalde konuşmayıcıya da yardımcı olmuş olur. En azından izleyici nazarında, hatibin olabilecek yanlışlarına ortak olmamış olur. 
Tasavvufta belki derviş teslimiyeti olabilir ama siyasî ve fikrî meselelerde olmaz, olmamalı..

Mesela, söz konusu programda dile getirilen ve sizin de onaylayıcı bir tavır gösterdiğiniz birkaç hususu dikkatlerinize sunmak isterim;
 - O tarihlerde herkesin Cumhuriyete taraftar olduğu fikri biraz araştırılırsa gerçeği yansıtmadığı görülecektir. Bu fikir bugün için doğru görülebilir ama o gün herkesin Cumhuriyetçi olması söz konusu değildir. O tarihlerde Padişah yurt dışına kaçmış olsa da çoğunluk yine de, en azından, Halifelik taraftarıdır ve Halifeye bağlıdır.
 - Programda Sayın Hatip tarafından,  M. Kemal’in iki kez kalp krizi geçirdiğinin gizli saklı tutulduğu ifade edilerek; onun güya hastalanmaz insanüstü bir varlık olduğu izlenimi verilmek istenmiştir, gibi bir iddiada bulunulmuştur.
Oysa, M. Kemal’in gayet hassas ve sağlıksız bir bünyesi olduğu; hatta, 1.Savaş esnasında dahi tedavi amacıyla Almanya’ya gönderildiği bilinmektedir. Mütareke döneminde, İstanbul’da Karabekir Paşa da, onu Anadolu'da başlatılacak bir harekete ikna etmek için Şişli'deki evinde ziyaret ettiğinde hasta yatağında yatmakta olduğunu, hatıralarında zikretmektedir. Söz konusu Çankaya kitabının 559. ve 560. sayfalarında 1924 ve 1927 yıllarında kalp krizi geçirdiği ve Almanya’dan iki doktor getirildiği açıkça yazılıdır. Yani bunun gizlenecek tarafı yoktur.
 - Programda, S. Demirel’le ilgili istihzai sözleriniz de herhalde ciddi bir tarih programına yakışmamıştır. Bunu, Demirel Cumhurbaşkanı iken TRT-1 de başörtülü öğrencilerle ilgili olarak sarf ettiği, talihsiz, “Suudi Arabistan’a gitsinler” sözüne rağmen (ki, o sözünü canlı yayında duyduğumda gayr-ı ihtiyarı ağzımdan sin gaflı bir laf çıkmıştı) söylüyorum. 
Demirel’in icraatlarını, döneminin şartları içinde objektif olarak değerlendirmek, daha doğrusu adil bir yargılama için hasenat & seyyiat dengesini gözetmek gerekir. Başbakanlık döneminde; (O tarihli Milliyet manşetlerinden"Zap Suyunda köprü yokken İstanbul’a köprü yapamazsın", "Keban’a zenginlerin fabrikaları için baraj yapamazsın" gibi, şiddetle karşı çıkışlara rağmen  bu ülkeye çok şeyler kazandırmıştır. 
Bir anlamda rahmetli Özal’ı da devlete kazandıran o dur. Çünkü, 1979 ara seçimlerinde Özal İzmir’den MSP adayı olmasına rağmen, seçimden sonra Hükümeti kurduğunda onu hem Başbakanlık Müşteşarı ve hem de DPT Müşteşar Vekili yapmıştı. 
Yanlışları yok mudur, elbette yığınla vardır. "Efendim, Müslümanları kandırdı oylarını aldı" denilir ise, cevabı: "Müslümanların aklı nerede idi, neden kandılar?" olur.. 
Bu arada, Demirel’in diyanetle ilgili yönünü birazcık tanımak için ise; eski D.İ.Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın “Zorlukları Aşarken” adlı hatıralarına göz atmak yeterlidir.  
 - Bir başka nokta; yine aynı programda, M. Kemal’in yetkilerinin genişliği anlatılmaya çalışılırken, Osmanlıda bu denli yetkiye sahip beş kişi var mıdır, şeklinde tereddüt ifade eden bir söz sarf edildi..  Bu ifadeyi de doğrusu yadırgamadım değil. Amir Temur, Hülagu, Cengiz gibi Türk Hakanlarının sınırsız yetkileri eleştirilebilir. Ve lȃkin Osmanlı Padişahlarının hiçbirinin, M. Kemal’in sahip olduğu şekilde, sınırsız bir yetkiye sahip olduğu söylenemez. Programda Yavuz adı zikredildi fakat o da herhalde önemli işlerde Şeyh-ül İslȃm'dan fetva almayı ihmal etmemiştir. Kaldı ki, onun sert mizaçlı otoritesi dikta değildi.. Hak hukuk şeriat tanımaz ise, hiç değildi.. Evet, devr-i saltanatlarında kafa kestiren Padişahlar kuşkusuz olmuştu ama onlar bunu saltanat yetkisi ile yapmışlardır, Cumhuriyet idaresi adı altında düzmece İstiklȃl Mahkemeleri ile yaptırmamışlardır. Bu bağlamda, tarihte çok Neronlar, Nemrutlar, Fravunlar gelip geçtiler, kendilerine başkaldıranları asıp-kestiler, aslanlara yem ettiler. Ancak, hiçbiri gariban bir köylüye şapka giymedi, yada ana dilini konuştu diye zulüm etmediler..    

Değerli .. Bey,
Tereciye tere satılmaz. Elbette bu hususları sizler daha iyi bilirsiniz. Ancak bu meseleyi bu kadar ciddiye almamın sebebi, Kemalist ideolojinin, en azından okuryazar zümrede, halen bu kadar taraftar bulmasının önemli bir sebebi; kanaatimce, muarızlarının karşı çıkışlarında olur olmaz, doğru yanlış iddialarının Kemalistleri bırakın caydırmayı, tersine, bağlılıklarını daha da artırmaktadır.
Konumuz olan meselede kaynak olarak gösterilen kitabı okumuş olan bir Kemalist, programda iddia edilen hususu gördüğünde takdir edersiniz ki başka söylenen doğruların da hiçbirini dikkate almayacaktır.

Samimi düşüncelerimi sunmak istedim. Takdir sizlerin

Selam ve saygıyla
Rafet Kalyoncu
Ankara

MEKTUBA GELEN CEVAP:
Aziz dost,
Badesselam
Son derece dikkatli, duyarlı ve bilgi dolu iletinizi aldım. Okudum. Gerekli 'ders'leri kendi payıma aldım. S. hocanın da dikkate alacağınızdan emin olmanızı dilerim.
Bilvesile en derin kalbî selam, hürmet ve muhabbetlerimi sunarım."

...